14 Kasım 2016 Pazartesi

"Derinliğin Keşfi"*

Empati kavramı, hem okuma eyleminin hem yazma itkisinin asıl kaynağı olabileceği gibi, okur yazarlıkla doğru orantılı olarak artması beklenen duygunun da tanımıEğer edebiyatın ve dolayısıyla okur yazarlığın herhangi bir rasyonel amacı varsa, veya olmalıysa, bu amacın insanı anlamak ve böylece hayatın bizatihi kendisini kavramak olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla gündelik hayatta sıkça duyduğumuz, belki zikrettiğimiz, beklentisine girdiğimiz, yapıp yapamadığımız üzerine kendimizi sorguladığımız “empati”, aslında en çok kurmacanın keşfiyle mümkün. İnsanların okumadıklarından yakındığımız toplumda herkesin birbirinden empati bekleyip, birbirini empati yoksunluğuyla suçlamasının sebebi tam olarak budur belki, kim bilir? 
En sevdiğimiz kitaplar da, hep kendimizi esas karakterin yerine koyabildiğimiz, yerinde olmayı arzu etmesek bile en azından karakterin ete kemiğe büründüğünü hissettiğimiz kitaplar; yani bize malum empatiyi yaşatanlar. Bir kitabı elimizden bırakamama sebebimiz her ne kadar olay örgüsü, anlatım, zaman, mekan gibi çeşitli unsurlar olsa da, bizi romanın içine asıl çeken atmosfer değil, karakterin kendisidir sanki. Kimi zaman o karakterin acısını içimizde hissettiğimiz için kitap sahicilikten uzak olduğunda dahi sahicilik kazanır, kimi zaman ise yerinde olmayı arzu ettiğimiz, içten içe hayranlık duyduğumuz karakterin hayatını takip etmek için duyduğumuz dayanılmaz istek o romanı okutur. Fakat bir de sıradan mı sıradan karakterler vardır, başına müthiş bir olay gelmese de takip ederiz, olmak istediğimiz değil, tam da olduğumuz herhangi birisidir, nev-i şahsına münhasır değildir ama şahsiyetlidir. Pessoa’nın memur kılıklarından biridir mesela, veya Perec’in evinden çıkıp sokakta gezmeye üşenen adamıdır. Öylece orada duran insanlarla özdeşleşmesi daha kolaydır, basit olanın çekiciliği buradadır.
Bir de farklılığı olan karakterler vardır. Hayran bırakmazlar, acıma duygusu yaratmazlar, kızdırmazlar da... Hem onlar gibisinizdir, çok yakın hissedersiniz ama bir yandan nasıl yaşadığına, kafasının nasıl çalıştığına da hayret edersiniz. Şaşırtırlar. Şaşırttıkça gülümsetirler. Güldükçe yaklaşırsınız o karaktere, yanında olmak istersiniz, sevincini sizinle paylaşsın, derdini size anlatsın. Yazarın karakterle kurduğu ilişkiye çok yakın olan ilişkiyi okur olarak da kurabilirsiniz...  İşte benim için Rico böyle bir karakter oldu. Naif mizahı ve duyarlılığıyla kendisine hayran bırakan Alman çocuk edebiyatı yazarı Andreas Steinhöfel’in yarattığı karakter Rico, tabir-i caizse içime dokundu okurken, okurluğumu, yazarlığımı, çocukluğumu, insanlığımı aynı anda yoğun bir biçimde yaşattı, hatırlattı (veya Rico’nun “ricordare” tanımıyla, kalbimi yeniden açtı).

Rico ve Oskar serisinin ilk kitabı Derin Gölgeler, Rico’nun kaldırımda bulduğu bir makarna tanesinin sahibini aramasıyla başlıyor. Bu başlangıç, fikir itibariyle kara mizaha yakın dursa da, anlatımı daha ilk satırdan kitabın ve elbette Rico’nun naifliğini gözler önüne seriyor. Makarnanın kime ait olduğunu öğrenmek için oturduğu apartmanın katlarını sırayla çıkıp komşularının kapılarını çalan Rico, bize binada yaşayan diğer insanların hayatını anlatıyor. Öncelikle kitabın Rico’nun dilinden anlatılmasına kısaca değinmek istiyorum: Özellikle çocuk edebiyatında birinci tekil şahıs anlatım, gözlemlediğim kadarıyla yetişkin edebiyatına nazaran daha yaygın. Herhalde, okuma alışkanlığını henüz kazanmakta olan çocuğun empati duygusunun daha hızlı gelişmesini/pekişmesini sağlamak amacıyla tercih edilen bir durum bu. Ancak birinci tekil şahıs anlatımla ilgili önce kendi çocukluğumla ilgili küçük –ve mizahi!- bir anekdotu paylaşmak isterim; kaç yaşımdaydımçok emin değilim ama, neyin gerçek olabileceğini, neyin olamayacağını kavramış olduğum bir yaşta, hala birinci tekil şahısla anlatılan olayların bir şekilde gerçekten yazar tarafından deneyimlenmiş olduğunu zannetmeyi sürdürdüm. Benim için kurmaca diye ayrı bir şey yoktu, yazarın gerçekliği vardı; kurmacanın zaten yazara ait bir dünya olduğunu çocuk aklımla başka bir şekilde yorumlamışım. Eskiden bunu paylaşmaya çok utanırdım, sonra özellikle çocuklarla bir araya geldiğimde itiraf etmeye başladım. Ve fark ettim ki aslında bu durum burnumuzu karıştırdığımızı itiraf etmemizden çok da farklı değil! Edebiyatın gerçekliğinin çocuk tarafından benimsenmesi, öyle lanse edildiği gibi kendini Spider Man sanıp balkondan atlayan çocuktan fazla sayıda yaratma eğilimi olan çocuk yaratıyor. Fantastik öğelere yer vermese de, Steinhöfel’in karakterlerinin atıldığı maceralar da yeterince fantastik! Kiralık Canavar’daki en az sahip olduğu sesi kadar güçlü bir kız çocuğu olan Gianna’nın, taştan kalbi olan bir canavarı alt etmesinden daha fantastik olan şey, gece vakti şehirde tek başına gezintiye çıkıp memleketi İtalya’yı düşleyerek arya söylemesi mesela. 

Rico ise Berlin sokaklarında tek başına gezintiye çıkmayı hayal bile edemiyor, çünkü kendisi zihinsel engelli. Yavaş düşünüp algılayan bu çocuk, kendi durumu için ‘derin yeteneklilik’ tabirini kullanıyor. Matematikten anlamayan, haftanın günlerini sıraya sokmakta zorlanan Rico’nun yönlerle de başı belada olduğu için, dışarıda kafasına göre zaman geçiremiyor. Bu nedenle apartman sakinleriyle arası iyi, onların evlerine girip çıkarak hayatı tanımak gibi bir yöntem bulmuş kendisine. Hayatı tanırken günlük tutuyor Rico, aslında okuduğumuz kitaplar da onun tuttuğu günlükler. Günlük tutmak, yazma eylemini öğretmesi bir yana, özellikle çocukların kendilerini tanımaları, kim olduklarını keşfetmeleri açısından muazzam bir alışkanlık. Öğretmeni tarafından teşvik edilerek günlük tutmaya başlayan Rico, günlüklerin oluşturduğu çocuk-gençlik edebiyatı örneklerinden sadece biri elbette. Çocukların bayılarak okuduğu Saftirik serisi kitaplarından tutun, İpek Ongun’un genç kızlara yönelik yazdığı gizli defterlerine, bu alandaki en başarılı örnekler arasında sanıyorum günlük vasıtasıyla yapılan anlatımın yer aldığı örneklerin sayısı oldukça fazla. Rico’nun günlüklerininse bir özelliği daha var: Kendisi öğrendiği kelimeleri de buraya not ediyor. Hafızası iyi olmadığı için bu onun açısından son derece önemli. Derin yeteneğiyle mücadelesini kelimeler üzerinden bu sayede gerçekleştirebiliyor. Hatta bununla kalmayıp, kendisi yeni tanımlar geliştiriyor. Derin yetenek dışında sıkça karşımıza çıkan, Bayan Dahling’in içinde bulunduğu depresyon halini anlatan ‘gri duygu’ bu tanımlardan biri. 
Serinin diğer karakteri Oskar ise, Rico’nun tersine bir üstün zekalı. Rüyasında galaksilerin görünebilen kısımlarının neden kitle dağılımlarına uymayan bir hız dağılımıyla kendi eksenleri etrafında döndüklerini bulmaya çalışan Oskar’ın hafızası da muazzam, dolayısıyla Rico ile birbirlerini nasıl tamamladıkları meselesi bütün kitapların temel odağı. Bu iki esas çocuk karakterin dışında, ailelere ve çevredeki insanlara baktığımızda da, yine ‘farklı’ karakterler görmeye devam ediyoruz: Rico’nun annesi Tanja, alışkın olmadığımız bir çocuk kitabı karakteri olarak gecekulübünde çalışıyor mesela, en yakın arkadaşı Rus asıllı bir göçmen. Oskar’ın babası Lars, ağır bunalımlar yaşayan, sorumluluk almayı beceremeyen bir adam, annesininse oğluyla hiçbir diyalogu yok. Komşuları Kiesling eşcinsel, ve bu Rico için son derece olağan, giriş katında oturan apartman görevlileri alkolik, çünkü o da herhangi bir insan, bir başka komşuları huysuz mu huysuz Fitzke, ‘mankafa’ dediği Rico’ya ilerleyen kitaplarda sahip olduğu en değerli şeyleri bırakıyor, gerçek bir insan gibi zaman onu farklılaştırıyorKısacası Steinhöfel, seri boyunca anlattığı hikayelerde gerçek hayatta var olan her türlü insanı anlatıyor, kitapların başarısı belki biraz da bu farklı insan hikayelerinin cesur biçimde ifade edilmesinden kaynaklanıyor. Çocuklara ne anlatılır/ne anlatılmaz kaygısı gütmeden, Rico hayatla nasıl yüzleşiyorsa, çocuk okuru öylece her şeyle yüzleşir hale getiriyor... 
Kitabın tek engellisi Rico da değil üstelik. Serinin üçüncü kitabında Oskar’ın işaret dili öğrenmesine de vesile olan Sven, Rico ve Oskar’ın işitme engelli arkadaşları. Rico’nun Oskar’ı kurtarmak için giriştiği macera sırasında tanıştığı Sven’in Felix ile arkadaşlıkları ise, aslında arkadaşlığa dair çarpıcı bir örnek olarak, kitabın ana temasını veriyor: Felix, hikayeler yazan ve kafasındaki fikirleri önce hep Sven’e anlatan bir çocuk. Yalnız Felix işaret dili bilmiyor ve fikirlerini Sven’e sesli olarak anlatıyor, Sven ise onu hakiki bir ilgiyle dinliyor. Rico’nun ifadesiyle Tuhaf arkadaşlıklarını utandırıcı bulmuyorlardı. Aksine onlar için arkadaşlıkları, dünyanın en normal şeyiydi. Bu, kendimi çok daha iyi hissetmemi sağladı. 
Girişte edebiyatın bir amacı varsa bunun empati kurmayı sağlamak, empatiyi geliştirmek olduğunu söylemiştim. Herhalde bu da ancak farklı olanı anlamaya çalışmakla mümkün ve empatiyle gelecek en büyük kazanım, farklılıklarımızla bir arada yaşama becerisi kazanmamız belki de. Rico ve Oskar serisi kitapları, öteki karakterleriyle, farklılıklarıyla kendilerine dünyalar kuran, mevcut dünyada barınmanın yolunu arayan çocukların, insanların hikayelerini anlatıyor. Macera dolu hikayeler, zaman zaman insanın gözünü yaşartsa da genel olarak gri duygusu az, mutlu bir çocukluk yaşantısı sunuyor bizlere. Arkadaşlık, fedakarlık temalarını işlemekle yetinmeyip, ölümü de konu ediyor. Forrest Gump’a annesinin söylediği gibi, ölüm hayatın bir parçası sonuçta, hayatın değerinin hatırlatıcısı. Ve sanıyorum, hayata dair ne varsa çocuklara anlatılabilir, anlatılmalı. İnsana dair ne varsa edebiyatın konusu ve Steinhöfel, çocuklar için kaleme aldığı dokunaklı kitaplarında bu edebiyatı layıkıyla yaratıyor.

*Eylül 2015'in Mesele'sinde Çocuk ve Gençlik Edebiyatı dosyasında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: