14 Kasım 2016 Pazartesi

"Derinliğin Keşfi"*

Empati kavramı, hem okuma eyleminin hem yazma itkisinin asıl kaynağı olabileceği gibi, okur yazarlıkla doğru orantılı olarak artması beklenen duygunun da tanımıEğer edebiyatın ve dolayısıyla okur yazarlığın herhangi bir rasyonel amacı varsa, veya olmalıysa, bu amacın insanı anlamak ve böylece hayatın bizatihi kendisini kavramak olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla gündelik hayatta sıkça duyduğumuz, belki zikrettiğimiz, beklentisine girdiğimiz, yapıp yapamadığımız üzerine kendimizi sorguladığımız “empati”, aslında en çok kurmacanın keşfiyle mümkün. İnsanların okumadıklarından yakındığımız toplumda herkesin birbirinden empati bekleyip, birbirini empati yoksunluğuyla suçlamasının sebebi tam olarak budur belki, kim bilir? 
En sevdiğimiz kitaplar da, hep kendimizi esas karakterin yerine koyabildiğimiz, yerinde olmayı arzu etmesek bile en azından karakterin ete kemiğe büründüğünü hissettiğimiz kitaplar; yani bize malum empatiyi yaşatanlar. Bir kitabı elimizden bırakamama sebebimiz her ne kadar olay örgüsü, anlatım, zaman, mekan gibi çeşitli unsurlar olsa da, bizi romanın içine asıl çeken atmosfer değil, karakterin kendisidir sanki. Kimi zaman o karakterin acısını içimizde hissettiğimiz için kitap sahicilikten uzak olduğunda dahi sahicilik kazanır, kimi zaman ise yerinde olmayı arzu ettiğimiz, içten içe hayranlık duyduğumuz karakterin hayatını takip etmek için duyduğumuz dayanılmaz istek o romanı okutur. Fakat bir de sıradan mı sıradan karakterler vardır, başına müthiş bir olay gelmese de takip ederiz, olmak istediğimiz değil, tam da olduğumuz herhangi birisidir, nev-i şahsına münhasır değildir ama şahsiyetlidir. Pessoa’nın memur kılıklarından biridir mesela, veya Perec’in evinden çıkıp sokakta gezmeye üşenen adamıdır. Öylece orada duran insanlarla özdeşleşmesi daha kolaydır, basit olanın çekiciliği buradadır.
Bir de farklılığı olan karakterler vardır. Hayran bırakmazlar, acıma duygusu yaratmazlar, kızdırmazlar da... Hem onlar gibisinizdir, çok yakın hissedersiniz ama bir yandan nasıl yaşadığına, kafasının nasıl çalıştığına da hayret edersiniz. Şaşırtırlar. Şaşırttıkça gülümsetirler. Güldükçe yaklaşırsınız o karaktere, yanında olmak istersiniz, sevincini sizinle paylaşsın, derdini size anlatsın. Yazarın karakterle kurduğu ilişkiye çok yakın olan ilişkiyi okur olarak da kurabilirsiniz...  İşte benim için Rico böyle bir karakter oldu. Naif mizahı ve duyarlılığıyla kendisine hayran bırakan Alman çocuk edebiyatı yazarı Andreas Steinhöfel’in yarattığı karakter Rico, tabir-i caizse içime dokundu okurken, okurluğumu, yazarlığımı, çocukluğumu, insanlığımı aynı anda yoğun bir biçimde yaşattı, hatırlattı (veya Rico’nun “ricordare” tanımıyla, kalbimi yeniden açtı).

Rico ve Oskar serisinin ilk kitabı Derin Gölgeler, Rico’nun kaldırımda bulduğu bir makarna tanesinin sahibini aramasıyla başlıyor. Bu başlangıç, fikir itibariyle kara mizaha yakın dursa da, anlatımı daha ilk satırdan kitabın ve elbette Rico’nun naifliğini gözler önüne seriyor. Makarnanın kime ait olduğunu öğrenmek için oturduğu apartmanın katlarını sırayla çıkıp komşularının kapılarını çalan Rico, bize binada yaşayan diğer insanların hayatını anlatıyor. Öncelikle kitabın Rico’nun dilinden anlatılmasına kısaca değinmek istiyorum: Özellikle çocuk edebiyatında birinci tekil şahıs anlatım, gözlemlediğim kadarıyla yetişkin edebiyatına nazaran daha yaygın. Herhalde, okuma alışkanlığını henüz kazanmakta olan çocuğun empati duygusunun daha hızlı gelişmesini/pekişmesini sağlamak amacıyla tercih edilen bir durum bu. Ancak birinci tekil şahıs anlatımla ilgili önce kendi çocukluğumla ilgili küçük –ve mizahi!- bir anekdotu paylaşmak isterim; kaç yaşımdaydımçok emin değilim ama, neyin gerçek olabileceğini, neyin olamayacağını kavramış olduğum bir yaşta, hala birinci tekil şahısla anlatılan olayların bir şekilde gerçekten yazar tarafından deneyimlenmiş olduğunu zannetmeyi sürdürdüm. Benim için kurmaca diye ayrı bir şey yoktu, yazarın gerçekliği vardı; kurmacanın zaten yazara ait bir dünya olduğunu çocuk aklımla başka bir şekilde yorumlamışım. Eskiden bunu paylaşmaya çok utanırdım, sonra özellikle çocuklarla bir araya geldiğimde itiraf etmeye başladım. Ve fark ettim ki aslında bu durum burnumuzu karıştırdığımızı itiraf etmemizden çok da farklı değil! Edebiyatın gerçekliğinin çocuk tarafından benimsenmesi, öyle lanse edildiği gibi kendini Spider Man sanıp balkondan atlayan çocuktan fazla sayıda yaratma eğilimi olan çocuk yaratıyor. Fantastik öğelere yer vermese de, Steinhöfel’in karakterlerinin atıldığı maceralar da yeterince fantastik! Kiralık Canavar’daki en az sahip olduğu sesi kadar güçlü bir kız çocuğu olan Gianna’nın, taştan kalbi olan bir canavarı alt etmesinden daha fantastik olan şey, gece vakti şehirde tek başına gezintiye çıkıp memleketi İtalya’yı düşleyerek arya söylemesi mesela. 

Rico ise Berlin sokaklarında tek başına gezintiye çıkmayı hayal bile edemiyor, çünkü kendisi zihinsel engelli. Yavaş düşünüp algılayan bu çocuk, kendi durumu için ‘derin yeteneklilik’ tabirini kullanıyor. Matematikten anlamayan, haftanın günlerini sıraya sokmakta zorlanan Rico’nun yönlerle de başı belada olduğu için, dışarıda kafasına göre zaman geçiremiyor. Bu nedenle apartman sakinleriyle arası iyi, onların evlerine girip çıkarak hayatı tanımak gibi bir yöntem bulmuş kendisine. Hayatı tanırken günlük tutuyor Rico, aslında okuduğumuz kitaplar da onun tuttuğu günlükler. Günlük tutmak, yazma eylemini öğretmesi bir yana, özellikle çocukların kendilerini tanımaları, kim olduklarını keşfetmeleri açısından muazzam bir alışkanlık. Öğretmeni tarafından teşvik edilerek günlük tutmaya başlayan Rico, günlüklerin oluşturduğu çocuk-gençlik edebiyatı örneklerinden sadece biri elbette. Çocukların bayılarak okuduğu Saftirik serisi kitaplarından tutun, İpek Ongun’un genç kızlara yönelik yazdığı gizli defterlerine, bu alandaki en başarılı örnekler arasında sanıyorum günlük vasıtasıyla yapılan anlatımın yer aldığı örneklerin sayısı oldukça fazla. Rico’nun günlüklerininse bir özelliği daha var: Kendisi öğrendiği kelimeleri de buraya not ediyor. Hafızası iyi olmadığı için bu onun açısından son derece önemli. Derin yeteneğiyle mücadelesini kelimeler üzerinden bu sayede gerçekleştirebiliyor. Hatta bununla kalmayıp, kendisi yeni tanımlar geliştiriyor. Derin yetenek dışında sıkça karşımıza çıkan, Bayan Dahling’in içinde bulunduğu depresyon halini anlatan ‘gri duygu’ bu tanımlardan biri. 
Serinin diğer karakteri Oskar ise, Rico’nun tersine bir üstün zekalı. Rüyasında galaksilerin görünebilen kısımlarının neden kitle dağılımlarına uymayan bir hız dağılımıyla kendi eksenleri etrafında döndüklerini bulmaya çalışan Oskar’ın hafızası da muazzam, dolayısıyla Rico ile birbirlerini nasıl tamamladıkları meselesi bütün kitapların temel odağı. Bu iki esas çocuk karakterin dışında, ailelere ve çevredeki insanlara baktığımızda da, yine ‘farklı’ karakterler görmeye devam ediyoruz: Rico’nun annesi Tanja, alışkın olmadığımız bir çocuk kitabı karakteri olarak gecekulübünde çalışıyor mesela, en yakın arkadaşı Rus asıllı bir göçmen. Oskar’ın babası Lars, ağır bunalımlar yaşayan, sorumluluk almayı beceremeyen bir adam, annesininse oğluyla hiçbir diyalogu yok. Komşuları Kiesling eşcinsel, ve bu Rico için son derece olağan, giriş katında oturan apartman görevlileri alkolik, çünkü o da herhangi bir insan, bir başka komşuları huysuz mu huysuz Fitzke, ‘mankafa’ dediği Rico’ya ilerleyen kitaplarda sahip olduğu en değerli şeyleri bırakıyor, gerçek bir insan gibi zaman onu farklılaştırıyorKısacası Steinhöfel, seri boyunca anlattığı hikayelerde gerçek hayatta var olan her türlü insanı anlatıyor, kitapların başarısı belki biraz da bu farklı insan hikayelerinin cesur biçimde ifade edilmesinden kaynaklanıyor. Çocuklara ne anlatılır/ne anlatılmaz kaygısı gütmeden, Rico hayatla nasıl yüzleşiyorsa, çocuk okuru öylece her şeyle yüzleşir hale getiriyor... 
Kitabın tek engellisi Rico da değil üstelik. Serinin üçüncü kitabında Oskar’ın işaret dili öğrenmesine de vesile olan Sven, Rico ve Oskar’ın işitme engelli arkadaşları. Rico’nun Oskar’ı kurtarmak için giriştiği macera sırasında tanıştığı Sven’in Felix ile arkadaşlıkları ise, aslında arkadaşlığa dair çarpıcı bir örnek olarak, kitabın ana temasını veriyor: Felix, hikayeler yazan ve kafasındaki fikirleri önce hep Sven’e anlatan bir çocuk. Yalnız Felix işaret dili bilmiyor ve fikirlerini Sven’e sesli olarak anlatıyor, Sven ise onu hakiki bir ilgiyle dinliyor. Rico’nun ifadesiyle Tuhaf arkadaşlıklarını utandırıcı bulmuyorlardı. Aksine onlar için arkadaşlıkları, dünyanın en normal şeyiydi. Bu, kendimi çok daha iyi hissetmemi sağladı. 
Girişte edebiyatın bir amacı varsa bunun empati kurmayı sağlamak, empatiyi geliştirmek olduğunu söylemiştim. Herhalde bu da ancak farklı olanı anlamaya çalışmakla mümkün ve empatiyle gelecek en büyük kazanım, farklılıklarımızla bir arada yaşama becerisi kazanmamız belki de. Rico ve Oskar serisi kitapları, öteki karakterleriyle, farklılıklarıyla kendilerine dünyalar kuran, mevcut dünyada barınmanın yolunu arayan çocukların, insanların hikayelerini anlatıyor. Macera dolu hikayeler, zaman zaman insanın gözünü yaşartsa da genel olarak gri duygusu az, mutlu bir çocukluk yaşantısı sunuyor bizlere. Arkadaşlık, fedakarlık temalarını işlemekle yetinmeyip, ölümü de konu ediyor. Forrest Gump’a annesinin söylediği gibi, ölüm hayatın bir parçası sonuçta, hayatın değerinin hatırlatıcısı. Ve sanıyorum, hayata dair ne varsa çocuklara anlatılabilir, anlatılmalı. İnsana dair ne varsa edebiyatın konusu ve Steinhöfel, çocuklar için kaleme aldığı dokunaklı kitaplarında bu edebiyatı layıkıyla yaratıyor.

*Eylül 2015'in Mesele'sinde Çocuk ve Gençlik Edebiyatı dosyasında yayınlanmıştır.

2 Mart 2016 Çarşamba

"Yaşam Değişimdir"

 
Bilimkurgunun Prestiji ve "Krizalitler" Üzerine Bir Deneme
 

Fantastik kurgu ve bilimkurgu gibi gerçeklik dışı türleri ‘prestijli’ görmeyen, gerçeklikten bahsetmeyen metinlerin ‘boş iş’ olduğunu düşünüp, bunları okumayı ‘vakit kaybı’ olarak nitelendiren ‘yüksek’ edebiyat tutkunu insanların dahi Ursula LeGuin’in eserlerine saygı duyması oldum olası ilgimi çekmiştir. Ursula’nın yaratılarını ben de, gerçek dışı türlerin tutkunu bir insan olarak başka yerde görür, her şeyden ayrı tutarım; yeni çıkan, yeni çevrilen veya tekrar çevrilen, tekrar baskı yapan eserleri ne kadar takip edersem edeyim, Ursula’nın yeri ayrıdır ve özellikle Karanlığın Sol Eli gibi bir yapıtı tekrar tekrar okumak, benim açımdan yeni eserlerin takibinden daha ayrı öneme sahiptir.

Peki Ursula LeGuin, neden bu türlere ilgi duymayan insanlar için bile prestijlidir? Şüphesiz ki edebi derinliğinden, karakter yaratma becerisinden ve en önemlisi, fantastik türe ilgi duymayan okuru çekmesinin kaynağındaki sebep de belki bu olsa gerek, yarattığı yeni dünyaya dair ortaya koyduklarının ikna ediliciğinden. Herhangi bir türde üretilen eserin ikna ediciliği, eserin okuru kendi dünyasına çekmesi zaten kurmacanın ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesi. Yazar ancak okuru, yarattığı karaktere, olaya, mekana, zamana ikna edebildiği, anlattığı olaya bir şekilde inandırabildiği oranda iyi bir eser ortaya koymakta; herhalde bu düşünceye hemen herkes katılacaktır. Hele ki anlatılan hikaye gerçekleşemeyecekse veya gerçekleştiği dünyanın burası olmadığından dem vuruluyorsa, bu inandırma meselesi için bir nebze daha uğraşmak gerekiyor. Bu noktada gerçek ötesi anlatıları üretmenin esasında daha zorlayıcı olduğu ve bilimkurgu veya fantezi yazarlarının aslında daha prestijli olması gerektiğine dair bir iddia ortaya koyabilirim, ki bir türü diğerinden üstün görme konusunu odağa alan Krizalitler metni üzerine kaleme aldığım bu yazının girişi için oldukça manidar bir yargıda bulunmuş olurum!

Nihayet konuya girebilmişken, bahsi neden Ursula LeGuin ile açtığımı açıklayayım: LeGuin’in yarattığı dünyaya insanı ikna etmesinin kaynağında, karakterlerin insan olması, derinlemesine irdelenmesi yatıyor kanaatindeyim. Bir başka özgün yanı ise, özellikle bir bilimkurgu yazarı olarak onu diğer bilimkurguculardan ayıran yanıdır aynı zamanda, kurgusunun arkaplanındaki ‘bilim’in bir pozitif bilimden ziyade insan bilimi olmasıdır. Margaret Atwood Başka Dünyalar derlemesinde LeGuin’in kocasının tarihçi, babasının ise antropolog olmasının, yazarın üretim sürecini etkilediğini iddia eder; Ursula LeGuin ise en azından babasıyla ilgili kısmı doğrular gibidir, yazarlığı üzerine kaleme aldığı bir metinde, babasının dünya üzerindeki farklı kültürler üzerine çalıştığını, kendisininse farklı kültürler yarattığını ifade eder. İşte bu farklı kültürler oluşturma ve antropoloji merkezli, dolayısıyla insanın derinindeki özelliklerine vurgu yapan nitelikte bir bilimkurgu eseri yazma konusunda, John Wyndham beni son zamanlarda hakiki manada etkilemiş olan yazar; en azından henüz tek kitabını okumuş olmam nedeniyle, neredeyse Karanlığın Sol Eli veya Cesur Yeni Dünya gibi, kült olduğu kadar kişisel tarihimde büyük öneme sahip romanlara yaklaşacak ölçüde hayran olduğum, okurken bir yazar olarak ‘kıskandığım’ Krizalitler eserinin yazarı.

Krizalitler, 1955’te İngiltere’de yayımlanmış ve daha evvel Türkçe’de Yankı yayınları aracılığıyla basılmış; bugün yeniden gündeme gelmesinin sebebiyse halihazırda taze bir yayınevi olan, ancak yayınladığı Terry Pratchett, Patrick Ness gibi usta yazarların gerçek ötesi eserleriyle de ilgiyle takip ettiğimiz yayınevleri arasına giren, şimdiden uzun ve nitelikli bir yol kat etmiş Delidolu’nun Niran Elçi çevirisiyle eseri yeniden yayımlamış olması.

Eserin yazıldığı/yayımlandığı tarih son derece önemli, çünkü eserlerin üretildikleri dönemin hakim ideolojisinin, yazıldığı ortamdaki gündelik tutumların etkisi elbette ki eserin içeriğine, diline, üslubuna sirayet etmek durumunda. Krizalitler de, ırkçılığın yıkıcı etkisiyle şekillenen 1950’ler dünyasının bir ürünü olarak farklılıklara tahammülsüzlüğü merkeze alan bir yapıt. Ana karakter David’in gözünden, çocukluğundan gençliğine bir süreci aktardığı yapıtın daha ilk bölümünde, altı parmaklı Sophie’nin normal-dışı varlığının yasaklığı ve bu normallik dışı durumun yaratacağı muhtemel tehlikenin ehemmiyetiyle içine girdiğimiz anlatı, yoğun bir Hristiyanlık inancının hüküm sürdüğü ortamda, Arı bir ırkın tahakkümü ve tüm diğer Sapkın türlerin dışlanmasıyla ürkütücü bir distopyanın atmosferini oluşturur. Metnin ilerleyişi içerisinde başlangıçta tam olarak anlaşılmayan ancak zamanla anlatının merkezini oluşturan zihinsel iletişim meselesi ise, herhangi bir telepati yeteneğinin ötesinde bir başka ırkın habercisi gibidir... Alex amcanın altını çizdiği gibi, acaba her ırk kendisinin Kadim insanlara yakın olduğunu ve Tanrının gerçek suretinin bir yansıması olduğunu düşünüp, kendisine benzemeyen ‘öteki’leri dışlıyor, onları yok etme amacı mı güdüyordur; işte bu sorunun cevabı, aslında kitabı okumak üzere bir itki oluştursa da, cevabı verecek olan karakter David veya yazarı Wyndham değil de, okur olarak ayrı ayrı hepimiziz herhalde.

Sapkın Sophie’nin sırrını paylaşarak büyük bir tehlikeye girdiğini fark etmeyen küçük David (kurgunun başlarında 10 yaşında olan çocuk, metnin sonuna vardığımızda ilkgençlik çağlarındadır), içinde yaşadığı dünyanın tersliğini ve kendisindeki farklılığı Harriet teyzesinin başına gelenlerin kendisinde yarattığı derin üzüntüden sonra ayrımsar. Sapkın türler hakkında saptamada bulunan ve onların sonunu getirerek kendi kusursuz saflığını korumayı kendine ilke edinmiş olan dindar ve aynı zamanda vaiz bir adamın oğlu olan David’in annesi de son derece dindar ve Irkına, Arılığa, Kanunlara bağlı bir kadındır. Öyle ki, öz kızkardeşi Harriet’in dünyaya getirdiği ‘kusurlu’ bebeğin ortadan kaldırılması gereği konusunda herhangi bir sorgulamaya gerek duymaz ve kızkardeşi veya yeğeninin cezasını bulması konusunda hiçbir tereddüt yaşamaz. Saflıklarını korumak için acımasızlaşan bu insanlar, sadece Nazi Almanyasını veya herhangi bir ırkçı dönemi/ortamı/ülkeyi anımsatmamakta, aynı zamanda mantıkdışı bir gerçekliğin yaratılması ve buna insanların koşulsuz-şartsız-sorgusuz-sualsiz iman edip kendi sahip oldukları düşüncenin dışında herhangi bir düşünceyi hiçbir şekilde kabul edememeleri, varlığına tahammül dahi edememeleri noktasında günümüz gerçekliğini ve güncel çıkmazlarımızı da hatırlatmaktadır. ‘Nasıl olur da bir insan böyle davranır?’, ‘Nasıl olur da bu kadar irrasyonel bir şey insanların doktrini olabilir?’, ‘İnsan nasıl bu kadar acımasızlaşır?’ gibi büyük ve insanın varolduğu andan bu yana bir şekilde güncelliğini –ne yazık ki- koruyan soruların her birini defalarca sorduran metinde, Joseph ile Harriet’in inandıkları aynı tek Tanrıya dua etme biçimlerinin farklılığı bile, esasında bugün yaşadığımız coğrafyadaki çatışmaları yorumlama biçimimiz veya iki farklı ideolojiye sahip gazetede aynı haberin yorumlanma biçiminin inanılmaz ayrımı açısından son derece benzer özellikleri barındırmaktadır. Joseph, Sapkın bir bebeği dünyaya getirme cüretini gösteren Harriet’in, dünyaya getirdiği bebeğin günahı için Tanrıya tövbe etmesi gerektiğini düşünürken, Harriet Tanrıya “zayıflara acıma, mutsuzlara ve talihsizlere sevgi getirmesi için” dua eder ve “bedenindeki küçücük bir leke yüzünden bir çocuğun acı çekmesinin ve ruhunun lanetlenmesinin gerçekten de onun buyruğu mu olduğunu soracağı”nı ifade eder. Çingenelerin, engellilerin, farklı dine mensup insanların katledildiği bir geçmişten, farklı etnik kökendeki pek çoğunun halihazırda kabul görmediği, mezhep çatışmalarının durdurak tanımadığı ve hala bağzılarının ‘daha eşit’ olduğu günümüze, insanlığa dair çok temel soru ve sorunların vurgulandığı bu yapıtın farklı konularda farklı meseleleri pek çok boyutuyla ele almamıza zemin yarattığı kesin. Bunun ötesinde, özellikle tahammülsüzlük, itaat, boyun eğme, özgürlük, eşitlik kavramlarını yeniden ve yeniden sorgulatması da kurgunun derinliğinin ispatı.

Kitabın çocukların gözünden aktarılması ve hatta belli bir noktadan sonra gençlerin aralarına yeni katılan bir çocukla diyalog kurmaları ise, hakikaten çocukluğun saflığını, hakiki saflık ve masumiyeti göz önüne seren bir başka önemli ayrıntı. Son bölümlere doğru David ile kızkardeşi Petra arasında geçen bir diyalogda, Petra’nın sorduğu “Neden bizden korksunlar ki? Biz onlara zarar vermiyoruz” sorusunun masumluğunun karşısında insanların zalimliğinin gerçekliği ve fakat çocuk Petra’nın inatla –ama samimiyetle- “Neden olduğunu anlamıyorum” şeklinde diretmesi, aslında hani o çok basit ama gerçek olan düşüncenin, katilin, tecavüzcünün, zalim politikacının, faşistin de bir zamanlar ‘masum’ bir çocuk olduğunun hatırlatıcısı. Birisi kabul edilemez bir yanlış davranışta bulunduğunda onun ‘insan olmadığını’ iddia ederiz veya işkencenin ‘insanlık dışılığını’ vurgularız ama insana dair olanın içinde işkencenin, zulmün, acının daimi varoluşunu da biliriz ya; aslında hakikaten ‘insan’ın ne’liği üzerine uzun uzadıya düşünmemiz gereğini, savaşın da insanlık tarihinin ana belirleyicisi olduğunun altının çizilmesinin gerektiğini söyleriz; işte tüm bu derin, temel ve tükenmeyecek tartışmaların kaynağını ortaya koyan bir metin bu ve sırf düşünsel arkaplanıyla dahi yeterince önemli ve elbette ki dikkate şayan.

Tüm bunların ötesinde, birey olmaya dair, insanın bir şeyden kaçtığında mutlu  olmayacağı ama yöneldiği şeyin ne olduğuna karar verdiği takdirde içinde bulunduğu eylemin anlamlı olduğuna dair iddiasıyla insanın hayatındaki kişisel amaçların da önemini vurgulayan kitabın, bir başka özelliği, derinlikli karakteri ve itinayla yaratılmış atmosferinin yanısıra, zengin betimlemeleri ve güçlü edebi anlatımı. Yaşadıkları coğrafyanın dışındaki Sapkınlıklardan korkarak hayatını geçiren, Karatopraklarda ölümden ve şeytanın yansımasından başka varoluşun olmadığını, herhangi bir varoluşun olamayacağını düşünen Arı ırkın dışında bir tür olan ortak-düşünüşlü yeni insan tipi, kendilerinden birini kendi elleriyle yok etmeleri gerektiğinde, sebepsiz bir kötülüğü kabullenmez bile ve bu durum şöyle bir diyalog ile dile gelir: “Tek alternatifi başınızın üzerinde sallanan bir kılıçla yaşamanız”, buradaki kasıt kendilerinden olanı öldürmemeleri halinde, başkaları tarafından yok edilme tehditiyle yaşamayı sürdürmekken, verilen yanıt şu şekildedir; “Ama doğru yol bu değil. Kalbimizde bir kılıç daha kötü olur.” Sırf bu bile esasında Wyndham’ın insan olmaya dair ne düşündüğünün bir ifadesi niteliğindedir. İnsan olmak, bir yere ait olmak, farklılığının bilinciyle ve her şeye rağmen varolmayı denemek, ötekiliğiyle başa çıkmak, ancak ve ancak fedakarlıkla, inançla, biraradalığın gücüyle mümkün olmaktadır. Öte yandan unutulmaması gereken, hiçbir şeyin kati ve kesin bir mükemmeliyet arz etmediği, sabitliğin gerçek tehdit unsuru yarattığı, intikamın veya durduk yere birisine, bir şeye zarar vermenin yeni bir zarar ve/veya yıkımdan başka getirisinin olmadığıdır.

Deniz ülkesi halkının yaşam dolu bir düşünce-resmi yaratıcısından, yeni bir hayatın umuduyla yaşayan ve yeni bir hayat yaratmaya dair bize de gerekli teşviği vermesini beklediğim kadın karakterden alıntıyla; “Yaşam değişimdir, taşlardan farkı budur, değişim yaşamın doğasında vardır (...) Canlı varlıklar evrime meydan okurlarsa kendilerini tehlikeye atarlar; eğer uyum sağlamazsa yok olurlar. Gelişimini tamamlamış insan fikri çok büyük bir kibirdir. Bitmiş suret, günahkar bir efsanedir.”

Dine, varoluşa, bireysel farklılıklara, toplum olmaya, topluma ait hissetmeye, kanuna, cezaya, işkenceye, düzene, hatta aşka, diyaloga, insanların derinine nüfuz etmeye, kendinden başkasına kendinin ne kadarını açabileceğine dair, belli bir grubun diğerini nasıl öteki kıldığı ve herkesin ancak kendi durduğu yerden ve pek tabii taraflı olarak her şeyi algılayıp yorumlayabilmesine dair, geçmişi ve günümüzü yoğun eleştirilere tabi tutan ve insanlığımızı, insan olmayı, yaşamayı, değişimi, başka dünyaları sorgulayan muazzam bir kitap bu! Sadece bilimkurgunun değil, edebiyatın kült eseri olmalı bence, 1950’lerden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini üzülerek görmemize yol açsa da, bugünden yarına anbean yaşadığımız değişime yön vermemiz adına bize içimizdeki özü hatırlatması gereği, umut dolu bir yapıt aynı zamanda. Tekrar yayımlanmış ve erişilebilir olması, Türkiye yazını adına büyük ‘nimet’, her kimsek ve neye inanıyorsak...