İnsan,
doğa üzerinde tahakküm kurma gayretindeki yegane canlı olmasıyla özel herhalde.
Gücünün, aklının, teknik üretme kabiliyetinin değil de, ‘kibrinin’
belirleyiciliği fazla, çizgi film klişelerinden süper kahraman hikayelerine “dünyanın
hakimi” olma arzusu, esasında medeniyetlerin tahayyülü, hayatlarımızın
ortak klişesi. Tutunmak, dünyaya kazık çakmak, ölüme karşı koymak,
ölümsüzleşemiyorsak madem olabildiğince uzun yaşamak da hayvanların veya
doğanın değil de, bizim motivasyonumuz. İnsanlık hemen hemen böyle bir şey;
diretmek, direnmek, inat etmek, istenmese de kalmak, gitmemek, azmetmek…
Saydıklarım, okuduğunuz üzere olumlu olabildiği gibi olumsuzluk içeren
ifadeler, kimiyse olumsuz bir intiba uyandırsa da yer yer iyi bir vaziyeti
yaratacak kudrete sahip. İnsana has ifadeler gibi, insan da aynen böyle işte!
İyi hali yaratacak kudrete de sahip. Bu nedenle olmalı asla umut etmekten
vazgeçmeyişimiz. Hep daha iyisini, güzelini hayal edebilmemiz…
Doğayı, kenti, halihazırda var olanı
da kendi ellerimizle var ettiğimizi de bozmaya, talan etmeye son hızla devam
ettiğimiz günümüzde, ekoloji üzerine daha fazla düşünür/tartışır, ‘türcülük’
meselesini gündemimize alır olduk. Popüler tabiriyle ‘farkındalık’ iyi hoş da,
hakikaten bilgimizle eylemimiz arasında ne kadar uyum sağlayabiliyoruz, teori
ve pratik arasındaki o kapanmaz boşluklar bireysel hayatlarımızda az da olsa
kapanıyor mu, bunlar da şöyle bir sorsak fena olmayacak sorular olarak kenarda
duruversin. Gelgelelim, bu yaptığım girizgah Tudem’in markalarından biri olan
(an itibariyle Terry Pratchett’ın Diskdünya serisini de yeniden yayımlamaya
başlamış olan) Delidolu Yayınları’ndan birkaç ay evvel çıkmış olan bir kitaptan
bahsetmek için: Türkçe’de daha önce okumamış olduğumuz Preton L. Allen’in “Battallar
ve İnsanlar” ismiyle çevrilen çağdaş masalsı anlatısı. Orijinal ismi “Every boy
should have a man” olan kitabın başlığı, içeriğinin de ifadecisi. Kitabın ana
kahramanları insanlar olsa da, biz battalların dünyasında, bir battal oğlanın
gözünden olayları izliyoruz. Her oğlanın bir insanı olmalı, buradaki ‘man’
kelimesi ‘insan’ı karşılıyor, erkek veya kadın, insan ırkına mensup olanı.
Başlığında dahi dilin cinsiyetçi kalıbını taşıyan roman, cinsiyetçiliğe,
türcülüğe, ırkçılığa eleştiri niteliğinde hakikaten modern bir başyapıt
niteliğini taşıyor.
Battalların hakim olduğu dünyanın
çocuk kahramanı, şans eseri bir insana sahip olup onu evinde beslemeye
başlıyor. Battallar insan etiyle beslenirken, insanların kendi türlerinin etini
yemeleri yasak, eğer kendi etlerini yerlerse hastalanıyorlar, çünkü yamyam
değiller. Tabii yamyam olanlarla ve hatta kendi çocuğunu yiyenlerle dahi ilerleyen
bölümlerde karşılaşmayacağımız anlamına gelmiyor bu! Gelgelelim bizim ana
kahramanımız Zloty adındaki battal çocuğun, bir insana (Kahverengi) şans eseri sahip
olmasının, onu dışarıda ‘bulup’ eve getirmesinin sebebi, babasının kendisine
bir insan alamayacak kadar fakir olması. Yani battalların dünyası, ekonomik eşitsizliklerin
var olduğu, zengin ile fakir arasındaki ayrımın çok keskin olduğu bir dünya. Ve
her ne kadar hikaye başından itibaren bizi battallar-insanlar arası karşıtlığı
anlatan ırkçılık/ya da türcülük/ eleştirisi taşıyan bir hikaye gibi gelse de, genel olarak
eşitsizlikten bahseden ve yoksulların zenginlere karşı isyanını dile getiren
tabir-i caizse bir ‘sınıf savaşı’ anlatısını da içermekte. Hatta öyle ki,
savaş, battallar yerine insanların çalıştırıldığı bir maden ocağında
kıvılcımlanıyor – biz okurlar olarak, sevgili Kızıl Bukle isimli insanın
hikayesiyle, maden ocağından itibaren tanık oluyoruz savaşın anlatısına.
Yoksul ailenin durumunu kitabın
başlarında Zloty’nin babası tarafından “Devletimiz ev hayvanlarını koruyor ne de olsa…
Peki ya bizleri kim koruyacak?” diyerek dile getiriliyor. Tahmin edeceğiniz
gibi bu ev hayvanları, insanlar. Yani aslında bütün battal anlatısı esnasında,
onların sadece boyut açısından ‘büyük’ insanlar olduğunu görüyor oluşumuz,
başlangıçta battalların dünyasına dair bir eksiklik gibi gelirken, aslında tam
olarak bilinçli biçimde yapılmış yazar tarafından. Kendi dünyamızda sessiz
sakin yaşayıp giderken, yarın bizden ‘büyük’ bir canlı türünün bizleri
evlerinde evcil hayvanlar gibi besleme ihtimallerini derinden hissettiren
roman, hemen her satırıyla, karakterlerin diyaloglarıyla insanları düşündürür
halde.
Kitabın bölümleri içerisinde
battallara verilen vaazlardan oluşan kısımlar var. Bir türün dünyaya ‘egemen’
oluşunun gereği üzerine sorgulamaya yol açan bilgelik dolu bir paragraf var mesela
bunlar arasında: “Biz bu dünyanın hakimiyiz. Bu dünya bize Yüce Yaratıcı
tarafından yönetmemiz için verildi. Yeryüzünde bizden daha büyüğü, daha güçlüsü
yok. Hayal ettiğimizi gerçekleştirebiliyoruz. Arzuladığımıza sahip
olabiliyoruz. İyi ama buna gücümüz var diye her şeye sahip mi olmalıyız? Her
şey bizim mi olmalı? Her şey bizim olduğunda ne olacak? Her şey gittiğinde,
elimizde hiçbir şey kalmadığında bizler ne olacağız? Dünyadaki hiçbir yaratık
bize hayır diyemiyor. Sadece bizler, dünyanın bilge yöneticileri, bize karşı
çıkabilir ve hayır diyebiliriz. Kendimize hayır demeyi öğrenmek zorundayız.”
Kitabın devamında kaçırılıp satılan
insanlar, savaşın vahşeti, tecavüz benzeri pek çok hayata dair olaya anlatının
aynı destansılığın içerisinde şahit olurken, battalların dünyasından insanların
dünyasına geçiş yapıyor, ekolojik felaketlerle karşı karşıya geliyor,
yoksulluğu, varsıllığı, tanrıları, inançları, dinleri, iletişimi, “farklı olana
nasıl olup da inanılabileceğini” sorgularken buluyoruz kendimizi. Öfkelendiren, ardından şaşırtan, ara ara gülümseten oncasına dair ipucu vermemek adına burada noktalıyorum. Dünyanın mahvına
yol açtığımız insanlık tarihimiz adına böyle bir eserin yazılmış olması az da
olsa umut veriyor bana. Farklılıklarımız üzerine düşünmek, tartışmak, doğadaki
canlıların hiyerarşisi meselesine hiç değilse kafa yormak ve doğanın parçası
olarak var olmayı denemek için, Battallar’ın evrenine bir göz atmakta yarar
var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder