22 Mart 2015 Pazar

Evcilleşmiş İnsanların Öyküsü



İnsan, doğa üzerinde tahakküm kurma gayretindeki yegane canlı olmasıyla özel herhalde. Gücünün, aklının, teknik üretme kabiliyetinin değil de, ‘kibrinin’ belirleyiciliği fazla, çizgi film klişelerinden süper kahraman hikayelerine “dünyanın hakimi” olma arzusu, esasında medeniyetlerin tahayyülü, hayatlarımızın ortak klişesi. Tutunmak, dünyaya kazık çakmak, ölüme karşı koymak, ölümsüzleşemiyorsak madem olabildiğince uzun yaşamak da hayvanların veya doğanın değil de, bizim motivasyonumuz. İnsanlık hemen hemen böyle bir şey; diretmek, direnmek, inat etmek, istenmese de kalmak, gitmemek, azmetmek… Saydıklarım, okuduğunuz üzere olumlu olabildiği gibi olumsuzluk içeren ifadeler, kimiyse olumsuz bir intiba uyandırsa da yer yer iyi bir vaziyeti yaratacak kudrete sahip. İnsana has ifadeler gibi, insan da aynen böyle işte! İyi hali yaratacak kudrete de sahip. Bu nedenle olmalı asla umut etmekten vazgeçmeyişimiz. Hep daha iyisini, güzelini hayal edebilmemiz…
Doğayı, kenti, halihazırda var olanı da kendi ellerimizle var ettiğimizi de bozmaya, talan etmeye son hızla devam ettiğimiz günümüzde, ekoloji üzerine daha fazla düşünür/tartışır, ‘türcülük’ meselesini gündemimize alır olduk. Popüler tabiriyle ‘farkındalık’ iyi hoş da, hakikaten bilgimizle eylemimiz arasında ne kadar uyum sağlayabiliyoruz, teori ve pratik arasındaki o kapanmaz boşluklar bireysel hayatlarımızda az da olsa kapanıyor mu, bunlar da şöyle bir sorsak fena olmayacak sorular olarak kenarda duruversin. Gelgelelim, bu yaptığım girizgah Tudem’in markalarından biri olan (an itibariyle Terry Pratchett’ın Diskdünya serisini de yeniden yayımlamaya başlamış olan) Delidolu Yayınları’ndan birkaç ay evvel çıkmış olan bir kitaptan bahsetmek için: Türkçe’de daha önce okumamış olduğumuz Preton L. Allen’in “Battallar ve İnsanlar” ismiyle çevrilen çağdaş masalsı anlatısı. Orijinal ismi “Every boy should have a man” olan kitabın başlığı, içeriğinin de ifadecisi. Kitabın ana kahramanları insanlar olsa da, biz battalların dünyasında, bir battal oğlanın gözünden olayları izliyoruz. Her oğlanın bir insanı olmalı, buradaki ‘man’ kelimesi ‘insan’ı karşılıyor, erkek veya kadın, insan ırkına mensup olanı. Başlığında dahi dilin cinsiyetçi kalıbını taşıyan roman, cinsiyetçiliğe, türcülüğe, ırkçılığa eleştiri niteliğinde hakikaten modern bir başyapıt niteliğini taşıyor.
Battalların hakim olduğu dünyanın çocuk kahramanı, şans eseri bir insana sahip olup onu evinde beslemeye başlıyor. Battallar insan etiyle beslenirken, insanların kendi türlerinin etini yemeleri yasak, eğer kendi etlerini yerlerse hastalanıyorlar, çünkü yamyam değiller. Tabii yamyam olanlarla ve hatta kendi çocuğunu yiyenlerle dahi ilerleyen bölümlerde karşılaşmayacağımız anlamına gelmiyor bu! Gelgelelim bizim ana kahramanımız Zloty adındaki battal çocuğun, bir insana (Kahverengi) şans eseri sahip olmasının, onu dışarıda ‘bulup’ eve getirmesinin sebebi, babasının kendisine bir insan alamayacak kadar fakir olması. Yani battalların dünyası, ekonomik eşitsizliklerin var olduğu, zengin ile fakir arasındaki ayrımın çok keskin olduğu bir dünya. Ve her ne kadar hikaye başından itibaren bizi battallar-insanlar arası karşıtlığı anlatan ırkçılık/ya da türcülük/ eleştirisi taşıyan bir hikaye gibi gelse de, genel olarak eşitsizlikten bahseden ve yoksulların zenginlere karşı isyanını dile getiren tabir-i caizse bir ‘sınıf savaşı’ anlatısını da içermekte. Hatta öyle ki, savaş, battallar yerine insanların çalıştırıldığı bir maden ocağında kıvılcımlanıyor – biz okurlar olarak, sevgili Kızıl Bukle isimli insanın hikayesiyle, maden ocağından itibaren tanık oluyoruz savaşın anlatısına.
Yoksul ailenin durumunu kitabın başlarında Zloty’nin babası tarafından “Devletimiz ev hayvanlarını koruyor ne de olsa… Peki ya bizleri kim koruyacak?” diyerek dile getiriliyor. Tahmin edeceğiniz gibi bu ev hayvanları, insanlar. Yani aslında bütün battal anlatısı esnasında, onların sadece boyut açısından ‘büyük’ insanlar olduğunu görüyor oluşumuz, başlangıçta battalların dünyasına dair bir eksiklik gibi gelirken, aslında tam olarak bilinçli biçimde yapılmış yazar tarafından. Kendi dünyamızda sessiz sakin yaşayıp giderken, yarın bizden ‘büyük’ bir canlı türünün bizleri evlerinde evcil hayvanlar gibi besleme ihtimallerini derinden hissettiren roman, hemen her satırıyla, karakterlerin diyaloglarıyla insanları düşündürür halde.
Kitabın bölümleri içerisinde battallara verilen vaazlardan oluşan kısımlar var. Bir türün dünyaya ‘egemen’ oluşunun gereği üzerine sorgulamaya yol açan bilgelik dolu bir paragraf var mesela bunlar arasında: “Biz bu dünyanın hakimiyiz. Bu dünya bize Yüce Yaratıcı tarafından yönetmemiz için verildi. Yeryüzünde bizden daha büyüğü, daha güçlüsü yok. Hayal ettiğimizi gerçekleştirebiliyoruz. Arzuladığımıza sahip olabiliyoruz. İyi ama buna gücümüz var diye her şeye sahip mi olmalıyız? Her şey bizim mi olmalı? Her şey bizim olduğunda ne olacak? Her şey gittiğinde, elimizde hiçbir şey kalmadığında bizler ne olacağız? Dünyadaki hiçbir yaratık bize hayır diyemiyor. Sadece bizler, dünyanın bilge yöneticileri, bize karşı çıkabilir ve hayır diyebiliriz. Kendimize hayır demeyi öğrenmek zorundayız.” 
Kitabın devamında kaçırılıp satılan insanlar, savaşın vahşeti, tecavüz benzeri pek çok hayata dair olaya anlatının aynı destansılığın içerisinde şahit olurken, battalların dünyasından insanların dünyasına geçiş yapıyor, ekolojik felaketlerle karşı karşıya geliyor, yoksulluğu, varsıllığı, tanrıları, inançları, dinleri, iletişimi, “farklı olana nasıl olup da inanılabileceğini” sorgularken buluyoruz kendimizi. Öfkelendiren, ardından şaşırtan, ara ara gülümseten oncasına dair ipucu vermemek adına burada noktalıyorum. Dünyanın mahvına yol açtığımız insanlık tarihimiz adına böyle bir eserin yazılmış olması az da olsa umut veriyor bana. Farklılıklarımız üzerine düşünmek, tartışmak, doğadaki canlıların hiyerarşisi meselesine hiç değilse kafa yormak ve doğanın parçası olarak var olmayı denemek için, Battallar’ın evrenine bir göz atmakta yarar var.

Hiç yorum yok: