Türkiye’de okur-yazarlığın düşük
olduğu gerçeği her daim enine boyuna tartışılagelen bir konu olduğu gibi;
eğitim sisteminin saymakla bitmeyecek eksik ve yanlışları, sınav sisteminin
istikrarsızlığı ve hatta handiyse bütün çocukların üzerinde yarattığı ruhsal
tahribat, yine üzerine çokça konuşulup, yazılabilecek, eleştiriler
getirilebilecek, en önemlisi de bunlara bağlı olarak yeni öneriler ve
ihtimallerin de konuşulmasının elzem olduğu konuların/alanların başlıcası.
Okur-yazarlık durumu ile mevcut eğitim sistemini ortak bir başlık altında ele
almak da elbette kısa bir yazının konusu olamayacak kadar kapsamlı ve derin
tartışma gündemi yaratacak yoğunluğa sahip. Dolayısıyla bu yazıda, hem hali
hazırda eğitim hayatına devam eden bir genç, hem de ucundan kıyısından
edebiyata ve dahi çocuk edebiyatına bulaşmış bir insan olarak, şahsi
gözlemlerimi ve naçizane düşüncelerimi paylaşmaya çalışacağım.
Öncelikle ‘okur-yazarlık’ tanımından
anladığımız şeyin sadece bir dildeki yazılı metnin içeriğinin okunup
algılanması, kavranması ile sınırlı kalışının temel bir problem olduğunun
altının çizilmesi gerektiği kanaatindeyim. Ayrıntı Yayınları’ndan yayınlanmış Türkçe
çevirisinin de piyasada erişilebilir olduğu ‘Ezilenlerin Pedagojisi’ isimli
çalışmasıyla tanınan Paulo Freire’nin praksis temelli eğitim anlayışı, eğitimin
‘eleştirel okur-yazarlık’ ile bir tutulması gereğini vurgulamakta. Eleştirel
okur-yazarlık, isminden anlaşıldığı üzere okunan metnin analitik
değerlendirilmesi, okurun (eğitilen kişinin- olasılıkla çocuğun) edilgen
konumundan çıkıp etken hale gelmesini sağlayan bir durum olmakla birlikte,
aslında okur-yazarlık tabirinden anlaşılması gereken şeyin de bu olması
gerektiği herhalde okur-yazar olma çabası güden insanların katılacakları bir
görüş olacaktır. Yani Freire’ın öngördüğü eğitim anlayışının karşılığı olan
eleştirel-okur-yazarlığın önündeki sıfata ihtiyaç duyulmadığı takdirde, hakiki
manada okur-yazarların yetiştiği bir toplumda düşünce ve eylem birlikteliğinden
ve dahi özgürleşen insanların varlığından bahsetmek mümkün hale gelecektir.
Böyle ütopik addedilebilecek bir
giriş yaptıktan sonra, yaşadığımız gerçekliğe dönecek olursak, ‘okur-yazarlık’
tabirinin mevcut anlamı içerisinde okunan metinler düşünüldüğünde, ilk etapta
akla gelenin edebi metinler olmadığı da ayrıca bir başlık olarak
değerlendirilmeyi hak ediyor. Zira her ne kadar çok-satar romanların varlığından,
memleketin dört bir yanındaki devasa alanlarda yapılan kitap fuarlarında günlerce
süren imza etkinliklerinde gerçekleştirilen okur-yazar buluşmaları
vaziyetlerinden haberdar olsak da; kurgu eserlerden ziyade insanların teorik
metinler okudukları ve bu metinlerin de ağırlıklı olarak mesleki eğitim amaçlı okunduğu
bir gerçek. Türkiye genelinde dini kitapların haricinde, en çok okunan
kitaplar, üniversite dönemi boyunca, gençlerin meslekleri gereği okudukları
kitaplar. (Türlü sınava hazırlık amaçlı satın alınan ders kitaplarını, test ve
çıkmış soruların bulunduğu envai çeşit kitabı ise bütünüyle bu
sınıflandırmaların dışarıda tutuyorum; aksi takdirde sahaf ve kitapçıların
yerini alan bu ders ve test kitapçılarından -ve hatta özellikle artık sadece
isminin kaldığı Beyazıt ‘Sahaflar Çarşısı’ndan- da bahsetmek gerekecek.) Dini
kitaplar ve ders kitaplarını bir kenara bırakacak olursak, özellikle son
yıllarda çeşidi artan, yayıncıların ilgisinin de arttığı ve artık çoğu
yayınevinin yönelmek zorunda hissettiği alan olarak çocuk edebiyatının
varlığından bahsetmek mümkün. Çocuk kitaplarının satışının, özellikle kurgu
kitaplar özelinde düşünülecek olursa, büyük bir yüzdeyi kapladığını söylemek de
yanlış olmayacaktır.
‘Boş
zaman’larında kitap okuyan bir insan topluluğu, elbette edebiyat okurluğunu
vakit kaybı olarak değerlendirecek ve akıllı telefonlarında oyun oynamak veya
sosyal medya fenomenlerinin ‘aforizmalarını’ okumak varken, roman okumaya sıcak
bakmayacaktır. Ancak genel-geçer bir önyargıyla eleştirebildiğimiz bu söz
konusu yetişkin dahi, çocuğunun elinden roman düşürmüyor olması bilgisini
etrafındakilere gururla verecektir. Çünkü içeriğinin ne olduğu üzerine kafa
yorulmasa bile ‘eğitimin ve eğitimli olmanın’ önemi ne kadar biliniyorsa,
‘okumanın ve okur-yazarlığın’ da o kadar övgüye değer bir şey olduğu bilgisi
kesindir. Çocuk okusun da, ne okursa okusun. Hatta çocuğun okuduklarının
içeriğiyle ilgilenen ebeveynler de, çocuğun okuduğu kitabı kendilerince tasvip
etmiyor, okunmaya değer bulmuyor olsalar dahi (söz konusu kitaplar
gözlemlediğim kadarıyla korku, fantastik, macera türlerindeki tamamiyle ‘boş
zaman aktivitesi’ olarak görülen kitap türleri); sırf çocuk okuma alışkanlığını
kazansın diye, kitapların türü veya içeriğine karışmamaya çalışıyorlar.
Ebeveynlerinkine benzer bir tutum öğretmenlerde de göze çarpıyor, okunması
gereken ‘temel eserler’ başlığı altında çocukların ‘sıkıcı’ bulabilecekleri
klasik edebiyat metinleri yerine, ilgilerini çekecek türlerde ve konularda
kitaplar okumalarını sağlayacak esnekliği yaratan eğitimciler, ne mutlu ki,
varlar. Burada esas olarak altını çizmek istediğim iki şey söz konusu;
birincisi eğitim hayatı boyunca zaten ağırlıklı olarak edilgen olan ve
sınavlara bağımlı olarak yaşayan, sınavların ölçütünce kendi başarısını sınayan,
dolayısıyla büyük ihtimalle özgüveninde hasarlarla hayata başlayan çocukluk ve
ilk gençlik çağındaki insanlar için birincil öneme sahip olan şeyin etken olma
hali olduğunu düşünüyorum. Freirer etken çocuğun, nesne olma durumundan çıkıp
insanlaşabileceği, ancak eğitim sürecinin öznesi haline gelirse
özgürleşebileceğini söylüyor. Mevcut eğitim sistemimizin daha uzun yıllar
boyunca eleştirel düşünmeye önem veren, çocukları istekleri ve yetenekleri
doğrultusunda başarıya ve kendini keşfetmeye yönlendiren, ‘ideal’ bir eğitim
sistemine evrilmeyeceği aşikar. Tam da bu yüzden, çocukların kendi seçtikleri
kitapları okuması ve edebiyatın keyfine erken yaşta varırlarsa belki şimdiki
ebeveynlerinden farklı bir okuma geleneği yaratmalarının olası olduğu inancını
taşıyorum.
İkinci
olarak değinmek istediğim nokta ise, ‘çocuk ve gençlik yazını’nın, genel olarak
yazından ayrı bir alan olarak değerlendirilmesi ile ilgili. Açıkçası kitapların
belirli yaş aralıkları gözetilerek üretilmesi, pedagogların ve eğitimcilerin
edebiyatla çocuk arasındaki ilişkiye müdahale etmesi, benim başlangıçta pek
kabullenemediğim ve gerekli olmadığını düşündüğüm bir durumdu. Tabii burada
şahsi deneyimlerin ve her çocuğun olgunlaşma sürecinin farklılığı, her bireyin
ilgi alanlarının biribirinden başkalığı gibi konuları düşünecek olursak bu ‘yaş
aralığı’ meselesinin esnek olması gerektiği zaten ortada. Öte taraftan, içerik
ve tür açısından yetişkin edebiyatından ayrı bir çocuk-gençlik edebiyatı alanının
var olmasının gereklilik değilse de, büyük ölçüde bir etki arz ettiğinin altını
çizmek gerekiyor. Çocukluk deyince nasıl ki ilk etapta özgürlük, sınırsız hayal
gücü, neşeyle ve oyunla dolu bir süreç canlanıyor kafamızda; çocuğun okuduğu
eserlerde de bu özgür, keyifli ve yaratıcı atmosferin varlığını koruması
özellikle gerekiyor. Çocukların okuyacakları eserleri seçmek konusunda özgür
bırakılması bir yana; bu eserlerin türlerinin hali hazırda onların istekleri
olmasa dahi, macera, fantastik-kurgu, bilimkurgu ve benzeri düş güçlerinin
sınırlarını genişletecek ve onların kendi gerçeklikleri içerisinde şahsi
varlıklarını oluşturmalarına olanak tanıyacak üslupta eserler olması da, bu
alanda faaliyet gösteren yazar ve yayıncıların olduğu kadar, eğitimcilerin ve
ebeveynlerin de gözardı etmemesi gereken bir durum olmakta.
Eğitim
süreci boyunca eğiten-eğitilen ilişkisindeki hiyerarşiden kopamayan, kendisine
dikte edilen neyse onu öğrenmek durumunda olan, önem ve başarı tanımları
tamamen içerisinde bulunduğu sistemin öngördüğü haliyle kendisine verilen çocuk
ve gençlerin, hakiki okur-yazarlar haline gelebilmeleri için belki de yegane
çıkış yolları okudukları edebi eserler olabilir. Bu nedenle çocuk yaştaki
okurların karşılaştıkları eserler konusundaki hassasiyet onları ‘eğitmek’ değil
de, ‘özgürleştirmek’ konusuna yoğunlaşmalı; ve belki bu sayede çocuk olan
insan, bir birey olarak düşünme-eyleme birlikteliğini yazın alanından aldığı
kudret ve özgüvenle hayata geçirebilmeli.
Not: Bu yazı 2014 Şubat ayında Mesele Dergisinin 86. sayısında yayımlanmıştır.