30 Aralık 2014 Salı

Kurosawa'nın “Kurbağa Yağı Satıcısı” isimli 'otobiyografi gibi' anlatısı üzerine




Afa Yayınları’nın 1994 baskısı “Kurbağa Yağı Satıcısı” uzun zamandır elimde. Akira Kurosawa’yı ben de çoğu insan gibi Yedi Samuray’dan tanıyorum ama sonrasında merak edip başka filmlerini de izlemiş, sevdiğim yönetmenler arasına kendimce eklemiştim. Bu kitabı da Kurosawa’nın adını görür görmez sahaftan, fuardan bir yerden aldım sanıyorum, üzerinden zaman geçmiş tam olarak hatırlayamıyorum. O sırada emin olduğum tek şey var: Bir kurmaca eser bu, Kurosawa’nın yazılı metni senaryodur diye tahmin ediyorum; bir senaryo okuyacağımı zannederek, yakın zamanda kitaba başlıyorum.
            Yanılmışım; meğer bir otobiyografiymiş. Bir kimsenin kendi hayatını anlatması fikrinin tuhaflığı üzerine dahi yazmış Kurosawa girişte; bütün anlatının içtenliği bir yana, düşündüklerimi düşünmüşlüğünden etkilenerek başlıyorum kitaba. Aslında kitabın başlığının konma sebebini, biyografi yazma nedeninin daha öncesinde –önsözün hemen ilk iki paragrafında- anlattığı için, Kurbağa yağı kısmının ilginçliğinin daha dikkat çekici olduğunu hatırlıyorum. Bunu hafızamda kaldığı şekliyle değil, Kurosawa’nın ifadesiyle aktarmayı tercih ederim:
            “Savaş öncesinde gezgin satıcılar, ülkenin dört bir yanında dolaşıp bir şeyler satmaya çalışırlarken, özellikle yanık ve kesikleri iyileştirdiği sanılan iksiri elde etmek için geleneksel bir yöntem kullanırlardı. Dört tane ön, altı tane de arka ayağı olan bir kurbağa, dört tarafı ayna ile kaplı bir kutuya konurdu. Değişik açılardan görüntüsünü izleyen kurbağa hayretler içinde kalarak yağlı bir sıvı salgılardı. Bu sıvı toplanır, 3721 gün bir söğüt dalı ile karıştırılarak yavaş yavaş kaynatılırdı. Sonuç bu harika iksirdi.
            “Kendimle ilgili bir şeyler yazmak düşüncesi aynalı kutudaki kurbağayı anımsattı bana. Görüntüme uzun yıllar boyu değişik açılardan bakıp beğendiklerimi ve beğenmediklerini ayırmalıydım. On ayaklı bir kurbağa olmayabilirim ancak, aynada gördüklerim sanırım kurbağa gibi yağlı bir sıvıya benzer bir şeyler salgılatacak bana.”

Bir otobiyografinin önsözünde daha çarpıcı bir örnek verilip, kurbağa ile kurulan şaşırtıcı benzerlikten yola çıkarak, insanın hayatını anlatmasının kendi yansımalarına bakıp onları süzgeçten geçirerek sunması anlamına gelişi ancak bu kadar anlamlı biçimde ifade edilirdi sanıyorum. Hakikaten Kurosawa, dediğini yapıyor ve hayatıyla ilgili beğendikleri kadar beğenmediklerini, karakterinin yaratıcı ve yapıcı yönü kadar, zaaflarını ve zayıflıklarını da aktarıyor. Hatta beklenmedik bir şekilde, çocuk Kurosawa’nın ne kadar saf, mahsun, belki bazı yanlarıyla ‘ezik’ olduğunu görüyoruz, çocukluğu, ailesiyle ilişkileri, kalabalık kardeşlerin her birinin hayatının nereye nasıl evrildiğini, babasının, ağabeyinin karakteri üzerindeki etkisini ve ilerleyen süreçte hayatında nasıl kilit roller oynayabildiklerini görmek, süreci izlemek hakikaten muazzam bir tad bırakıyor okurda.
         Okuduğum kaç biyografi/otobiyografi vardır bilemiyorum ama sayıları çok değil, beğendiklerimin sayısı ise olasılıkla daha az. (İletişim’den çıkan biyografi dizisini son derece başarılı bulduğumu ekleyeyim yeri gelmişken. Özellikle Boris Vian’ın farklı yönlerinin işlendiği, müzisyen, yazar, sinemacı kimliklerinin ayrı ayrı aktarıldığı biyografi örneği pek keyifliydi.) Ama bir otobiyografi var ki, beni derinden etkilemiş, Kurosawa’nınkinden bahsederken hayatları/üslupları/anlatıları son derece ilgisiz olsa da sinema yapmaları ortaklığına sahip Luis Bunuel’i anmamak olmaz. “Son Nefesim” ismindeki eser, herhalde uzun başka bir yazının konusu olmalı. Paris’in 1920’lerdeki entelektüel ortamına, sürrealizme, dönemde yaşayan Andre Breton başta önde gelen sanatçı isimlere bakmak, onlarla aynı masada otururcasına dönemi ve ortamı deneyimlemek adına başka türlü bir eserdir Son Nefesim. Herhalde yaşam öykülerinin ortak olumlu yanları, sadece şahsın hayatının değil, dönemin, sürecin, üretilen eserlerin arkaplanındaki hikayelerin de anlatılıyor olması.
        Kurosawa’nın filmciliğinin öyküsü de Kurbağa Yağı Satıcısı’nda böyle işlenmekte. Kitabın yarısı boyunca anlatılan çocukluk, gençlik anlatısının sonrasında ressam Kurosawa’yı, farklı ortamlara girip çıktığı dönemi ve nihayetinde –ilginçtir ama tesadüfler eseri- yardımcı yönetmen olarak başladığı sinema hayatının neye evrildiğini, film sektörünün içinden bir göz olarak detaylarıyla ortaya koyuyor. Kendi filmlerinin üretim süreçlerine gelmeden evvel asistanlığını yaptığı ve hocası olarak gördüğü Kaciro Yamomoto’ya (Yama-san) saygısını dile getirip, üzerindeki emeğine hakkını vermeye çalışıyor. Herhalde özyaşam öyküleri biraz da, hayattaki başarılarda emeği geçenlere saygı duruşu niteliği taşıyor. En azından Kurosawa’nın ağabeyinden, ilkokuldaki öğretmenine çeşitli kişileri tekrar tekrar anması ve onlarla ilgili özel anekdotlara yer verişi bunun ispatı gibi.
        Çocukluğunda dalga geçilen, ‘sulugöz’ lakabı takılan o ezik çocuktan, herkesin saygı duyduğu yönetmenliğe, yazarlığa, senaristliğe giden yolda; uykusuz geçen günler, geceler, alkolle kurulan dostluk, kazanılan paraların barlarda harcanmasının öyküsü, Japonya, Kanto depremi, Japonların halet-i ruhiyeleri, farklı kültürler ve coğrafyaların hayatları nasıl etkilediği, filmlere uygulanan sansür, anlatılan hikayelerdeki temalardan benim gözüme çarpan/aklımda kalanlar. Kurosawa’nın “otobiyografi gibi bir şey” olarak gördüğü eserin sonunda, iyi senaryo yazmanın yöntemine dair kısa öneriler de var ve pek faideli gözükmekteler.
            Güncel baskısı, sinema dizisini hayli ‘sağlam’ bulduğum Agora Yayınları tarafından yapılmış olan kitabı sinemayla ucundan da olsa ilgilenen, öyle ya da böyle yaratarak/üreterek yaşamaya çalışan herkese gönül rahatlığıyla önerebilirim.  

30 Kasım 2014 Pazar

Çocuk ve Gençlik Edebiyatında Özgürlükçü Pedagojinin İmkanları

-->
Türkiye’de okur-yazarlığın düşük olduğu gerçeği her daim enine boyuna tartışılagelen bir konu olduğu gibi; eğitim sisteminin saymakla bitmeyecek eksik ve yanlışları, sınav sisteminin istikrarsızlığı ve hatta handiyse bütün çocukların üzerinde yarattığı ruhsal tahribat, yine üzerine çokça konuşulup, yazılabilecek, eleştiriler getirilebilecek, en önemlisi de bunlara bağlı olarak yeni öneriler ve ihtimallerin de konuşulmasının elzem olduğu konuların/alanların başlıcası. Okur-yazarlık durumu ile mevcut eğitim sistemini ortak bir başlık altında ele almak da elbette kısa bir yazının konusu olamayacak kadar kapsamlı ve derin tartışma gündemi yaratacak yoğunluğa sahip. Dolayısıyla bu yazıda, hem hali hazırda eğitim hayatına devam eden bir genç, hem de ucundan kıyısından edebiyata ve dahi çocuk edebiyatına bulaşmış bir insan olarak, şahsi gözlemlerimi ve naçizane düşüncelerimi paylaşmaya çalışacağım.

Öncelikle ‘okur-yazarlık’ tanımından anladığımız şeyin sadece bir dildeki yazılı metnin içeriğinin okunup algılanması, kavranması ile sınırlı kalışının temel bir problem olduğunun altının çizilmesi gerektiği kanaatindeyim. Ayrıntı Yayınları’ndan yayınlanmış Türkçe çevirisinin de piyasada erişilebilir olduğu ‘Ezilenlerin Pedagojisi’ isimli çalışmasıyla tanınan Paulo Freire’nin praksis temelli eğitim anlayışı, eğitimin ‘eleştirel okur-yazarlık’ ile bir tutulması gereğini vurgulamakta. Eleştirel okur-yazarlık, isminden anlaşıldığı üzere okunan metnin analitik değerlendirilmesi, okurun (eğitilen kişinin- olasılıkla çocuğun) edilgen konumundan çıkıp etken hale gelmesini sağlayan bir durum olmakla birlikte, aslında okur-yazarlık tabirinden anlaşılması gereken şeyin de bu olması gerektiği herhalde okur-yazar olma çabası güden insanların katılacakları bir görüş olacaktır. Yani Freire’ın öngördüğü eğitim anlayışının karşılığı olan eleştirel-okur-yazarlığın önündeki sıfata ihtiyaç duyulmadığı takdirde, hakiki manada okur-yazarların yetiştiği bir toplumda düşünce ve eylem birlikteliğinden ve dahi özgürleşen insanların varlığından bahsetmek mümkün hale gelecektir.

Böyle ütopik addedilebilecek bir giriş yaptıktan sonra, yaşadığımız gerçekliğe dönecek olursak, ‘okur-yazarlık’ tabirinin mevcut anlamı içerisinde okunan metinler düşünüldüğünde, ilk etapta akla gelenin edebi metinler olmadığı da ayrıca bir başlık olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. Zira her ne kadar çok-satar romanların varlığından, memleketin dört bir yanındaki devasa alanlarda yapılan kitap fuarlarında günlerce süren imza etkinliklerinde gerçekleştirilen okur-yazar buluşmaları vaziyetlerinden haberdar olsak da; kurgu eserlerden ziyade insanların teorik metinler okudukları ve bu metinlerin de ağırlıklı olarak mesleki eğitim amaçlı okunduğu bir gerçek. Türkiye genelinde dini kitapların haricinde, en çok okunan kitaplar, üniversite dönemi boyunca, gençlerin meslekleri gereği okudukları kitaplar. (Türlü sınava hazırlık amaçlı satın alınan ders kitaplarını, test ve çıkmış soruların bulunduğu envai çeşit kitabı ise bütünüyle bu sınıflandırmaların dışarıda tutuyorum; aksi takdirde sahaf ve kitapçıların yerini alan bu ders ve test kitapçılarından -ve hatta özellikle artık sadece isminin kaldığı Beyazıt ‘Sahaflar Çarşısı’ndan- da bahsetmek gerekecek.) Dini kitaplar ve ders kitaplarını bir kenara bırakacak olursak, özellikle son yıllarda çeşidi artan, yayıncıların ilgisinin de arttığı ve artık çoğu yayınevinin yönelmek zorunda hissettiği alan olarak çocuk edebiyatının varlığından bahsetmek mümkün. Çocuk kitaplarının satışının, özellikle kurgu kitaplar özelinde düşünülecek olursa, büyük bir yüzdeyi kapladığını söylemek de yanlış olmayacaktır.

‘Boş zaman’larında kitap okuyan bir insan topluluğu, elbette edebiyat okurluğunu vakit kaybı olarak değerlendirecek ve akıllı telefonlarında oyun oynamak veya sosyal medya fenomenlerinin ‘aforizmalarını’ okumak varken, roman okumaya sıcak bakmayacaktır. Ancak genel-geçer bir önyargıyla eleştirebildiğimiz bu söz konusu yetişkin dahi, çocuğunun elinden roman düşürmüyor olması bilgisini etrafındakilere gururla verecektir. Çünkü içeriğinin ne olduğu üzerine kafa yorulmasa bile ‘eğitimin ve eğitimli olmanın’ önemi ne kadar biliniyorsa, ‘okumanın ve okur-yazarlığın’ da o kadar övgüye değer bir şey olduğu bilgisi kesindir. Çocuk okusun da, ne okursa okusun. Hatta çocuğun okuduklarının içeriğiyle ilgilenen ebeveynler de, çocuğun okuduğu kitabı kendilerince tasvip etmiyor, okunmaya değer bulmuyor olsalar dahi (söz konusu kitaplar gözlemlediğim kadarıyla korku, fantastik, macera türlerindeki tamamiyle ‘boş zaman aktivitesi’ olarak görülen kitap türleri); sırf çocuk okuma alışkanlığını kazansın diye, kitapların türü veya içeriğine karışmamaya çalışıyorlar. Ebeveynlerinkine benzer bir tutum öğretmenlerde de göze çarpıyor, okunması gereken ‘temel eserler’ başlığı altında çocukların ‘sıkıcı’ bulabilecekleri klasik edebiyat metinleri yerine, ilgilerini çekecek türlerde ve konularda kitaplar okumalarını sağlayacak esnekliği yaratan eğitimciler, ne mutlu ki, varlar. Burada esas olarak altını çizmek istediğim iki şey söz konusu; birincisi eğitim hayatı boyunca zaten ağırlıklı olarak edilgen olan ve sınavlara bağımlı olarak yaşayan, sınavların ölçütünce kendi başarısını sınayan, dolayısıyla büyük ihtimalle özgüveninde hasarlarla hayata başlayan çocukluk ve ilk gençlik çağındaki insanlar için birincil öneme sahip olan şeyin etken olma hali olduğunu düşünüyorum. Freirer etken çocuğun, nesne olma durumundan çıkıp insanlaşabileceği, ancak eğitim sürecinin öznesi haline gelirse özgürleşebileceğini söylüyor. Mevcut eğitim sistemimizin daha uzun yıllar boyunca eleştirel düşünmeye önem veren, çocukları istekleri ve yetenekleri doğrultusunda başarıya ve kendini keşfetmeye yönlendiren, ‘ideal’ bir eğitim sistemine evrilmeyeceği aşikar. Tam da bu yüzden, çocukların kendi seçtikleri kitapları okuması ve edebiyatın keyfine erken yaşta varırlarsa belki şimdiki ebeveynlerinden farklı bir okuma geleneği yaratmalarının olası olduğu inancını taşıyorum.

İkinci olarak değinmek istediğim nokta ise, ‘çocuk ve gençlik yazını’nın, genel olarak yazından ayrı bir alan olarak değerlendirilmesi ile ilgili. Açıkçası kitapların belirli yaş aralıkları gözetilerek üretilmesi, pedagogların ve eğitimcilerin edebiyatla çocuk arasındaki ilişkiye müdahale etmesi, benim başlangıçta pek kabullenemediğim ve gerekli olmadığını düşündüğüm bir durumdu. Tabii burada şahsi deneyimlerin ve her çocuğun olgunlaşma sürecinin farklılığı, her bireyin ilgi alanlarının biribirinden başkalığı gibi konuları düşünecek olursak bu ‘yaş aralığı’ meselesinin esnek olması gerektiği zaten ortada. Öte taraftan, içerik ve tür açısından yetişkin edebiyatından ayrı bir çocuk-gençlik edebiyatı alanının var olmasının gereklilik değilse de, büyük ölçüde bir etki arz ettiğinin altını çizmek gerekiyor. Çocukluk deyince nasıl ki ilk etapta özgürlük, sınırsız hayal gücü, neşeyle ve oyunla dolu bir süreç canlanıyor kafamızda; çocuğun okuduğu eserlerde de bu özgür, keyifli ve yaratıcı atmosferin varlığını koruması özellikle gerekiyor. Çocukların okuyacakları eserleri seçmek konusunda özgür bırakılması bir yana; bu eserlerin türlerinin hali hazırda onların istekleri olmasa dahi, macera, fantastik-kurgu, bilimkurgu ve benzeri düş güçlerinin sınırlarını genişletecek ve onların kendi gerçeklikleri içerisinde şahsi varlıklarını oluşturmalarına olanak tanıyacak üslupta eserler olması da, bu alanda faaliyet gösteren yazar ve yayıncıların olduğu kadar, eğitimcilerin ve ebeveynlerin de gözardı etmemesi gereken bir durum olmakta.

Eğitim süreci boyunca eğiten-eğitilen ilişkisindeki hiyerarşiden kopamayan, kendisine dikte edilen neyse onu öğrenmek durumunda olan, önem ve başarı tanımları tamamen içerisinde bulunduğu sistemin öngördüğü haliyle kendisine verilen çocuk ve gençlerin, hakiki okur-yazarlar haline gelebilmeleri için belki de yegane çıkış yolları okudukları edebi eserler olabilir. Bu nedenle çocuk yaştaki okurların karşılaştıkları eserler konusundaki hassasiyet onları ‘eğitmek’ değil de, ‘özgürleştirmek’ konusuna yoğunlaşmalı; ve belki bu sayede çocuk olan insan, bir birey olarak düşünme-eyleme birlikteliğini yazın alanından aldığı kudret ve özgüvenle hayata geçirebilmeli.


Not: Bu yazı 2014 Şubat ayında Mesele Dergisinin 86. sayısında yayımlanmıştır.

''Filozof Çocuklar Kulübü'' serisi dördüncü kitabıyla tamamlandı!..

Genç okurlara yönelik, felsefe içerikli roman serisi çalışmam ''Dünyayı Neden Değiştirmeliyiz?'' ile son buluyor. İlgilenen herkese keyifli okumalar dilerim :)


(Not: Kitap haberi, bundan sonra blogu aktif olarak kullanmam için bahane olur umuyorum. Senelerdir dokunmamış, hiçbir şey eklememiş olmamın telafisini, seneler içinde çeşitli mecralarda yayınlanan ufak tefek yazılar ekleyerek sağlamaya çalışacağım.)