14 Kasım 2016 Pazartesi

"Derinliğin Keşfi"*

Empati kavramı, hem okuma eyleminin hem yazma itkisinin asıl kaynağı olabileceği gibi, okur yazarlıkla doğru orantılı olarak artması beklenen duygunun da tanımıEğer edebiyatın ve dolayısıyla okur yazarlığın herhangi bir rasyonel amacı varsa, veya olmalıysa, bu amacın insanı anlamak ve böylece hayatın bizatihi kendisini kavramak olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla gündelik hayatta sıkça duyduğumuz, belki zikrettiğimiz, beklentisine girdiğimiz, yapıp yapamadığımız üzerine kendimizi sorguladığımız “empati”, aslında en çok kurmacanın keşfiyle mümkün. İnsanların okumadıklarından yakındığımız toplumda herkesin birbirinden empati bekleyip, birbirini empati yoksunluğuyla suçlamasının sebebi tam olarak budur belki, kim bilir? 
En sevdiğimiz kitaplar da, hep kendimizi esas karakterin yerine koyabildiğimiz, yerinde olmayı arzu etmesek bile en azından karakterin ete kemiğe büründüğünü hissettiğimiz kitaplar; yani bize malum empatiyi yaşatanlar. Bir kitabı elimizden bırakamama sebebimiz her ne kadar olay örgüsü, anlatım, zaman, mekan gibi çeşitli unsurlar olsa da, bizi romanın içine asıl çeken atmosfer değil, karakterin kendisidir sanki. Kimi zaman o karakterin acısını içimizde hissettiğimiz için kitap sahicilikten uzak olduğunda dahi sahicilik kazanır, kimi zaman ise yerinde olmayı arzu ettiğimiz, içten içe hayranlık duyduğumuz karakterin hayatını takip etmek için duyduğumuz dayanılmaz istek o romanı okutur. Fakat bir de sıradan mı sıradan karakterler vardır, başına müthiş bir olay gelmese de takip ederiz, olmak istediğimiz değil, tam da olduğumuz herhangi birisidir, nev-i şahsına münhasır değildir ama şahsiyetlidir. Pessoa’nın memur kılıklarından biridir mesela, veya Perec’in evinden çıkıp sokakta gezmeye üşenen adamıdır. Öylece orada duran insanlarla özdeşleşmesi daha kolaydır, basit olanın çekiciliği buradadır.
Bir de farklılığı olan karakterler vardır. Hayran bırakmazlar, acıma duygusu yaratmazlar, kızdırmazlar da... Hem onlar gibisinizdir, çok yakın hissedersiniz ama bir yandan nasıl yaşadığına, kafasının nasıl çalıştığına da hayret edersiniz. Şaşırtırlar. Şaşırttıkça gülümsetirler. Güldükçe yaklaşırsınız o karaktere, yanında olmak istersiniz, sevincini sizinle paylaşsın, derdini size anlatsın. Yazarın karakterle kurduğu ilişkiye çok yakın olan ilişkiyi okur olarak da kurabilirsiniz...  İşte benim için Rico böyle bir karakter oldu. Naif mizahı ve duyarlılığıyla kendisine hayran bırakan Alman çocuk edebiyatı yazarı Andreas Steinhöfel’in yarattığı karakter Rico, tabir-i caizse içime dokundu okurken, okurluğumu, yazarlığımı, çocukluğumu, insanlığımı aynı anda yoğun bir biçimde yaşattı, hatırlattı (veya Rico’nun “ricordare” tanımıyla, kalbimi yeniden açtı).

Rico ve Oskar serisinin ilk kitabı Derin Gölgeler, Rico’nun kaldırımda bulduğu bir makarna tanesinin sahibini aramasıyla başlıyor. Bu başlangıç, fikir itibariyle kara mizaha yakın dursa da, anlatımı daha ilk satırdan kitabın ve elbette Rico’nun naifliğini gözler önüne seriyor. Makarnanın kime ait olduğunu öğrenmek için oturduğu apartmanın katlarını sırayla çıkıp komşularının kapılarını çalan Rico, bize binada yaşayan diğer insanların hayatını anlatıyor. Öncelikle kitabın Rico’nun dilinden anlatılmasına kısaca değinmek istiyorum: Özellikle çocuk edebiyatında birinci tekil şahıs anlatım, gözlemlediğim kadarıyla yetişkin edebiyatına nazaran daha yaygın. Herhalde, okuma alışkanlığını henüz kazanmakta olan çocuğun empati duygusunun daha hızlı gelişmesini/pekişmesini sağlamak amacıyla tercih edilen bir durum bu. Ancak birinci tekil şahıs anlatımla ilgili önce kendi çocukluğumla ilgili küçük –ve mizahi!- bir anekdotu paylaşmak isterim; kaç yaşımdaydımçok emin değilim ama, neyin gerçek olabileceğini, neyin olamayacağını kavramış olduğum bir yaşta, hala birinci tekil şahısla anlatılan olayların bir şekilde gerçekten yazar tarafından deneyimlenmiş olduğunu zannetmeyi sürdürdüm. Benim için kurmaca diye ayrı bir şey yoktu, yazarın gerçekliği vardı; kurmacanın zaten yazara ait bir dünya olduğunu çocuk aklımla başka bir şekilde yorumlamışım. Eskiden bunu paylaşmaya çok utanırdım, sonra özellikle çocuklarla bir araya geldiğimde itiraf etmeye başladım. Ve fark ettim ki aslında bu durum burnumuzu karıştırdığımızı itiraf etmemizden çok da farklı değil! Edebiyatın gerçekliğinin çocuk tarafından benimsenmesi, öyle lanse edildiği gibi kendini Spider Man sanıp balkondan atlayan çocuktan fazla sayıda yaratma eğilimi olan çocuk yaratıyor. Fantastik öğelere yer vermese de, Steinhöfel’in karakterlerinin atıldığı maceralar da yeterince fantastik! Kiralık Canavar’daki en az sahip olduğu sesi kadar güçlü bir kız çocuğu olan Gianna’nın, taştan kalbi olan bir canavarı alt etmesinden daha fantastik olan şey, gece vakti şehirde tek başına gezintiye çıkıp memleketi İtalya’yı düşleyerek arya söylemesi mesela. 

Rico ise Berlin sokaklarında tek başına gezintiye çıkmayı hayal bile edemiyor, çünkü kendisi zihinsel engelli. Yavaş düşünüp algılayan bu çocuk, kendi durumu için ‘derin yeteneklilik’ tabirini kullanıyor. Matematikten anlamayan, haftanın günlerini sıraya sokmakta zorlanan Rico’nun yönlerle de başı belada olduğu için, dışarıda kafasına göre zaman geçiremiyor. Bu nedenle apartman sakinleriyle arası iyi, onların evlerine girip çıkarak hayatı tanımak gibi bir yöntem bulmuş kendisine. Hayatı tanırken günlük tutuyor Rico, aslında okuduğumuz kitaplar da onun tuttuğu günlükler. Günlük tutmak, yazma eylemini öğretmesi bir yana, özellikle çocukların kendilerini tanımaları, kim olduklarını keşfetmeleri açısından muazzam bir alışkanlık. Öğretmeni tarafından teşvik edilerek günlük tutmaya başlayan Rico, günlüklerin oluşturduğu çocuk-gençlik edebiyatı örneklerinden sadece biri elbette. Çocukların bayılarak okuduğu Saftirik serisi kitaplarından tutun, İpek Ongun’un genç kızlara yönelik yazdığı gizli defterlerine, bu alandaki en başarılı örnekler arasında sanıyorum günlük vasıtasıyla yapılan anlatımın yer aldığı örneklerin sayısı oldukça fazla. Rico’nun günlüklerininse bir özelliği daha var: Kendisi öğrendiği kelimeleri de buraya not ediyor. Hafızası iyi olmadığı için bu onun açısından son derece önemli. Derin yeteneğiyle mücadelesini kelimeler üzerinden bu sayede gerçekleştirebiliyor. Hatta bununla kalmayıp, kendisi yeni tanımlar geliştiriyor. Derin yetenek dışında sıkça karşımıza çıkan, Bayan Dahling’in içinde bulunduğu depresyon halini anlatan ‘gri duygu’ bu tanımlardan biri. 
Serinin diğer karakteri Oskar ise, Rico’nun tersine bir üstün zekalı. Rüyasında galaksilerin görünebilen kısımlarının neden kitle dağılımlarına uymayan bir hız dağılımıyla kendi eksenleri etrafında döndüklerini bulmaya çalışan Oskar’ın hafızası da muazzam, dolayısıyla Rico ile birbirlerini nasıl tamamladıkları meselesi bütün kitapların temel odağı. Bu iki esas çocuk karakterin dışında, ailelere ve çevredeki insanlara baktığımızda da, yine ‘farklı’ karakterler görmeye devam ediyoruz: Rico’nun annesi Tanja, alışkın olmadığımız bir çocuk kitabı karakteri olarak gecekulübünde çalışıyor mesela, en yakın arkadaşı Rus asıllı bir göçmen. Oskar’ın babası Lars, ağır bunalımlar yaşayan, sorumluluk almayı beceremeyen bir adam, annesininse oğluyla hiçbir diyalogu yok. Komşuları Kiesling eşcinsel, ve bu Rico için son derece olağan, giriş katında oturan apartman görevlileri alkolik, çünkü o da herhangi bir insan, bir başka komşuları huysuz mu huysuz Fitzke, ‘mankafa’ dediği Rico’ya ilerleyen kitaplarda sahip olduğu en değerli şeyleri bırakıyor, gerçek bir insan gibi zaman onu farklılaştırıyorKısacası Steinhöfel, seri boyunca anlattığı hikayelerde gerçek hayatta var olan her türlü insanı anlatıyor, kitapların başarısı belki biraz da bu farklı insan hikayelerinin cesur biçimde ifade edilmesinden kaynaklanıyor. Çocuklara ne anlatılır/ne anlatılmaz kaygısı gütmeden, Rico hayatla nasıl yüzleşiyorsa, çocuk okuru öylece her şeyle yüzleşir hale getiriyor... 
Kitabın tek engellisi Rico da değil üstelik. Serinin üçüncü kitabında Oskar’ın işaret dili öğrenmesine de vesile olan Sven, Rico ve Oskar’ın işitme engelli arkadaşları. Rico’nun Oskar’ı kurtarmak için giriştiği macera sırasında tanıştığı Sven’in Felix ile arkadaşlıkları ise, aslında arkadaşlığa dair çarpıcı bir örnek olarak, kitabın ana temasını veriyor: Felix, hikayeler yazan ve kafasındaki fikirleri önce hep Sven’e anlatan bir çocuk. Yalnız Felix işaret dili bilmiyor ve fikirlerini Sven’e sesli olarak anlatıyor, Sven ise onu hakiki bir ilgiyle dinliyor. Rico’nun ifadesiyle Tuhaf arkadaşlıklarını utandırıcı bulmuyorlardı. Aksine onlar için arkadaşlıkları, dünyanın en normal şeyiydi. Bu, kendimi çok daha iyi hissetmemi sağladı. 
Girişte edebiyatın bir amacı varsa bunun empati kurmayı sağlamak, empatiyi geliştirmek olduğunu söylemiştim. Herhalde bu da ancak farklı olanı anlamaya çalışmakla mümkün ve empatiyle gelecek en büyük kazanım, farklılıklarımızla bir arada yaşama becerisi kazanmamız belki de. Rico ve Oskar serisi kitapları, öteki karakterleriyle, farklılıklarıyla kendilerine dünyalar kuran, mevcut dünyada barınmanın yolunu arayan çocukların, insanların hikayelerini anlatıyor. Macera dolu hikayeler, zaman zaman insanın gözünü yaşartsa da genel olarak gri duygusu az, mutlu bir çocukluk yaşantısı sunuyor bizlere. Arkadaşlık, fedakarlık temalarını işlemekle yetinmeyip, ölümü de konu ediyor. Forrest Gump’a annesinin söylediği gibi, ölüm hayatın bir parçası sonuçta, hayatın değerinin hatırlatıcısı. Ve sanıyorum, hayata dair ne varsa çocuklara anlatılabilir, anlatılmalı. İnsana dair ne varsa edebiyatın konusu ve Steinhöfel, çocuklar için kaleme aldığı dokunaklı kitaplarında bu edebiyatı layıkıyla yaratıyor.

*Eylül 2015'in Mesele'sinde Çocuk ve Gençlik Edebiyatı dosyasında yayınlanmıştır.

2 Mart 2016 Çarşamba

"Yaşam Değişimdir"

 
Bilimkurgunun Prestiji ve "Krizalitler" Üzerine Bir Deneme
 

Fantastik kurgu ve bilimkurgu gibi gerçeklik dışı türleri ‘prestijli’ görmeyen, gerçeklikten bahsetmeyen metinlerin ‘boş iş’ olduğunu düşünüp, bunları okumayı ‘vakit kaybı’ olarak nitelendiren ‘yüksek’ edebiyat tutkunu insanların dahi Ursula LeGuin’in eserlerine saygı duyması oldum olası ilgimi çekmiştir. Ursula’nın yaratılarını ben de, gerçek dışı türlerin tutkunu bir insan olarak başka yerde görür, her şeyden ayrı tutarım; yeni çıkan, yeni çevrilen veya tekrar çevrilen, tekrar baskı yapan eserleri ne kadar takip edersem edeyim, Ursula’nın yeri ayrıdır ve özellikle Karanlığın Sol Eli gibi bir yapıtı tekrar tekrar okumak, benim açımdan yeni eserlerin takibinden daha ayrı öneme sahiptir.

Peki Ursula LeGuin, neden bu türlere ilgi duymayan insanlar için bile prestijlidir? Şüphesiz ki edebi derinliğinden, karakter yaratma becerisinden ve en önemlisi, fantastik türe ilgi duymayan okuru çekmesinin kaynağındaki sebep de belki bu olsa gerek, yarattığı yeni dünyaya dair ortaya koyduklarının ikna ediliciğinden. Herhangi bir türde üretilen eserin ikna ediciliği, eserin okuru kendi dünyasına çekmesi zaten kurmacanın ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesi. Yazar ancak okuru, yarattığı karaktere, olaya, mekana, zamana ikna edebildiği, anlattığı olaya bir şekilde inandırabildiği oranda iyi bir eser ortaya koymakta; herhalde bu düşünceye hemen herkes katılacaktır. Hele ki anlatılan hikaye gerçekleşemeyecekse veya gerçekleştiği dünyanın burası olmadığından dem vuruluyorsa, bu inandırma meselesi için bir nebze daha uğraşmak gerekiyor. Bu noktada gerçek ötesi anlatıları üretmenin esasında daha zorlayıcı olduğu ve bilimkurgu veya fantezi yazarlarının aslında daha prestijli olması gerektiğine dair bir iddia ortaya koyabilirim, ki bir türü diğerinden üstün görme konusunu odağa alan Krizalitler metni üzerine kaleme aldığım bu yazının girişi için oldukça manidar bir yargıda bulunmuş olurum!

Nihayet konuya girebilmişken, bahsi neden Ursula LeGuin ile açtığımı açıklayayım: LeGuin’in yarattığı dünyaya insanı ikna etmesinin kaynağında, karakterlerin insan olması, derinlemesine irdelenmesi yatıyor kanaatindeyim. Bir başka özgün yanı ise, özellikle bir bilimkurgu yazarı olarak onu diğer bilimkurguculardan ayıran yanıdır aynı zamanda, kurgusunun arkaplanındaki ‘bilim’in bir pozitif bilimden ziyade insan bilimi olmasıdır. Margaret Atwood Başka Dünyalar derlemesinde LeGuin’in kocasının tarihçi, babasının ise antropolog olmasının, yazarın üretim sürecini etkilediğini iddia eder; Ursula LeGuin ise en azından babasıyla ilgili kısmı doğrular gibidir, yazarlığı üzerine kaleme aldığı bir metinde, babasının dünya üzerindeki farklı kültürler üzerine çalıştığını, kendisininse farklı kültürler yarattığını ifade eder. İşte bu farklı kültürler oluşturma ve antropoloji merkezli, dolayısıyla insanın derinindeki özelliklerine vurgu yapan nitelikte bir bilimkurgu eseri yazma konusunda, John Wyndham beni son zamanlarda hakiki manada etkilemiş olan yazar; en azından henüz tek kitabını okumuş olmam nedeniyle, neredeyse Karanlığın Sol Eli veya Cesur Yeni Dünya gibi, kült olduğu kadar kişisel tarihimde büyük öneme sahip romanlara yaklaşacak ölçüde hayran olduğum, okurken bir yazar olarak ‘kıskandığım’ Krizalitler eserinin yazarı.

Krizalitler, 1955’te İngiltere’de yayımlanmış ve daha evvel Türkçe’de Yankı yayınları aracılığıyla basılmış; bugün yeniden gündeme gelmesinin sebebiyse halihazırda taze bir yayınevi olan, ancak yayınladığı Terry Pratchett, Patrick Ness gibi usta yazarların gerçek ötesi eserleriyle de ilgiyle takip ettiğimiz yayınevleri arasına giren, şimdiden uzun ve nitelikli bir yol kat etmiş Delidolu’nun Niran Elçi çevirisiyle eseri yeniden yayımlamış olması.

Eserin yazıldığı/yayımlandığı tarih son derece önemli, çünkü eserlerin üretildikleri dönemin hakim ideolojisinin, yazıldığı ortamdaki gündelik tutumların etkisi elbette ki eserin içeriğine, diline, üslubuna sirayet etmek durumunda. Krizalitler de, ırkçılığın yıkıcı etkisiyle şekillenen 1950’ler dünyasının bir ürünü olarak farklılıklara tahammülsüzlüğü merkeze alan bir yapıt. Ana karakter David’in gözünden, çocukluğundan gençliğine bir süreci aktardığı yapıtın daha ilk bölümünde, altı parmaklı Sophie’nin normal-dışı varlığının yasaklığı ve bu normallik dışı durumun yaratacağı muhtemel tehlikenin ehemmiyetiyle içine girdiğimiz anlatı, yoğun bir Hristiyanlık inancının hüküm sürdüğü ortamda, Arı bir ırkın tahakkümü ve tüm diğer Sapkın türlerin dışlanmasıyla ürkütücü bir distopyanın atmosferini oluşturur. Metnin ilerleyişi içerisinde başlangıçta tam olarak anlaşılmayan ancak zamanla anlatının merkezini oluşturan zihinsel iletişim meselesi ise, herhangi bir telepati yeteneğinin ötesinde bir başka ırkın habercisi gibidir... Alex amcanın altını çizdiği gibi, acaba her ırk kendisinin Kadim insanlara yakın olduğunu ve Tanrının gerçek suretinin bir yansıması olduğunu düşünüp, kendisine benzemeyen ‘öteki’leri dışlıyor, onları yok etme amacı mı güdüyordur; işte bu sorunun cevabı, aslında kitabı okumak üzere bir itki oluştursa da, cevabı verecek olan karakter David veya yazarı Wyndham değil de, okur olarak ayrı ayrı hepimiziz herhalde.

Sapkın Sophie’nin sırrını paylaşarak büyük bir tehlikeye girdiğini fark etmeyen küçük David (kurgunun başlarında 10 yaşında olan çocuk, metnin sonuna vardığımızda ilkgençlik çağlarındadır), içinde yaşadığı dünyanın tersliğini ve kendisindeki farklılığı Harriet teyzesinin başına gelenlerin kendisinde yarattığı derin üzüntüden sonra ayrımsar. Sapkın türler hakkında saptamada bulunan ve onların sonunu getirerek kendi kusursuz saflığını korumayı kendine ilke edinmiş olan dindar ve aynı zamanda vaiz bir adamın oğlu olan David’in annesi de son derece dindar ve Irkına, Arılığa, Kanunlara bağlı bir kadındır. Öyle ki, öz kızkardeşi Harriet’in dünyaya getirdiği ‘kusurlu’ bebeğin ortadan kaldırılması gereği konusunda herhangi bir sorgulamaya gerek duymaz ve kızkardeşi veya yeğeninin cezasını bulması konusunda hiçbir tereddüt yaşamaz. Saflıklarını korumak için acımasızlaşan bu insanlar, sadece Nazi Almanyasını veya herhangi bir ırkçı dönemi/ortamı/ülkeyi anımsatmamakta, aynı zamanda mantıkdışı bir gerçekliğin yaratılması ve buna insanların koşulsuz-şartsız-sorgusuz-sualsiz iman edip kendi sahip oldukları düşüncenin dışında herhangi bir düşünceyi hiçbir şekilde kabul edememeleri, varlığına tahammül dahi edememeleri noktasında günümüz gerçekliğini ve güncel çıkmazlarımızı da hatırlatmaktadır. ‘Nasıl olur da bir insan böyle davranır?’, ‘Nasıl olur da bu kadar irrasyonel bir şey insanların doktrini olabilir?’, ‘İnsan nasıl bu kadar acımasızlaşır?’ gibi büyük ve insanın varolduğu andan bu yana bir şekilde güncelliğini –ne yazık ki- koruyan soruların her birini defalarca sorduran metinde, Joseph ile Harriet’in inandıkları aynı tek Tanrıya dua etme biçimlerinin farklılığı bile, esasında bugün yaşadığımız coğrafyadaki çatışmaları yorumlama biçimimiz veya iki farklı ideolojiye sahip gazetede aynı haberin yorumlanma biçiminin inanılmaz ayrımı açısından son derece benzer özellikleri barındırmaktadır. Joseph, Sapkın bir bebeği dünyaya getirme cüretini gösteren Harriet’in, dünyaya getirdiği bebeğin günahı için Tanrıya tövbe etmesi gerektiğini düşünürken, Harriet Tanrıya “zayıflara acıma, mutsuzlara ve talihsizlere sevgi getirmesi için” dua eder ve “bedenindeki küçücük bir leke yüzünden bir çocuğun acı çekmesinin ve ruhunun lanetlenmesinin gerçekten de onun buyruğu mu olduğunu soracağı”nı ifade eder. Çingenelerin, engellilerin, farklı dine mensup insanların katledildiği bir geçmişten, farklı etnik kökendeki pek çoğunun halihazırda kabul görmediği, mezhep çatışmalarının durdurak tanımadığı ve hala bağzılarının ‘daha eşit’ olduğu günümüze, insanlığa dair çok temel soru ve sorunların vurgulandığı bu yapıtın farklı konularda farklı meseleleri pek çok boyutuyla ele almamıza zemin yarattığı kesin. Bunun ötesinde, özellikle tahammülsüzlük, itaat, boyun eğme, özgürlük, eşitlik kavramlarını yeniden ve yeniden sorgulatması da kurgunun derinliğinin ispatı.

Kitabın çocukların gözünden aktarılması ve hatta belli bir noktadan sonra gençlerin aralarına yeni katılan bir çocukla diyalog kurmaları ise, hakikaten çocukluğun saflığını, hakiki saflık ve masumiyeti göz önüne seren bir başka önemli ayrıntı. Son bölümlere doğru David ile kızkardeşi Petra arasında geçen bir diyalogda, Petra’nın sorduğu “Neden bizden korksunlar ki? Biz onlara zarar vermiyoruz” sorusunun masumluğunun karşısında insanların zalimliğinin gerçekliği ve fakat çocuk Petra’nın inatla –ama samimiyetle- “Neden olduğunu anlamıyorum” şeklinde diretmesi, aslında hani o çok basit ama gerçek olan düşüncenin, katilin, tecavüzcünün, zalim politikacının, faşistin de bir zamanlar ‘masum’ bir çocuk olduğunun hatırlatıcısı. Birisi kabul edilemez bir yanlış davranışta bulunduğunda onun ‘insan olmadığını’ iddia ederiz veya işkencenin ‘insanlık dışılığını’ vurgularız ama insana dair olanın içinde işkencenin, zulmün, acının daimi varoluşunu da biliriz ya; aslında hakikaten ‘insan’ın ne’liği üzerine uzun uzadıya düşünmemiz gereğini, savaşın da insanlık tarihinin ana belirleyicisi olduğunun altının çizilmesinin gerektiğini söyleriz; işte tüm bu derin, temel ve tükenmeyecek tartışmaların kaynağını ortaya koyan bir metin bu ve sırf düşünsel arkaplanıyla dahi yeterince önemli ve elbette ki dikkate şayan.

Tüm bunların ötesinde, birey olmaya dair, insanın bir şeyden kaçtığında mutlu  olmayacağı ama yöneldiği şeyin ne olduğuna karar verdiği takdirde içinde bulunduğu eylemin anlamlı olduğuna dair iddiasıyla insanın hayatındaki kişisel amaçların da önemini vurgulayan kitabın, bir başka özelliği, derinlikli karakteri ve itinayla yaratılmış atmosferinin yanısıra, zengin betimlemeleri ve güçlü edebi anlatımı. Yaşadıkları coğrafyanın dışındaki Sapkınlıklardan korkarak hayatını geçiren, Karatopraklarda ölümden ve şeytanın yansımasından başka varoluşun olmadığını, herhangi bir varoluşun olamayacağını düşünen Arı ırkın dışında bir tür olan ortak-düşünüşlü yeni insan tipi, kendilerinden birini kendi elleriyle yok etmeleri gerektiğinde, sebepsiz bir kötülüğü kabullenmez bile ve bu durum şöyle bir diyalog ile dile gelir: “Tek alternatifi başınızın üzerinde sallanan bir kılıçla yaşamanız”, buradaki kasıt kendilerinden olanı öldürmemeleri halinde, başkaları tarafından yok edilme tehditiyle yaşamayı sürdürmekken, verilen yanıt şu şekildedir; “Ama doğru yol bu değil. Kalbimizde bir kılıç daha kötü olur.” Sırf bu bile esasında Wyndham’ın insan olmaya dair ne düşündüğünün bir ifadesi niteliğindedir. İnsan olmak, bir yere ait olmak, farklılığının bilinciyle ve her şeye rağmen varolmayı denemek, ötekiliğiyle başa çıkmak, ancak ve ancak fedakarlıkla, inançla, biraradalığın gücüyle mümkün olmaktadır. Öte yandan unutulmaması gereken, hiçbir şeyin kati ve kesin bir mükemmeliyet arz etmediği, sabitliğin gerçek tehdit unsuru yarattığı, intikamın veya durduk yere birisine, bir şeye zarar vermenin yeni bir zarar ve/veya yıkımdan başka getirisinin olmadığıdır.

Deniz ülkesi halkının yaşam dolu bir düşünce-resmi yaratıcısından, yeni bir hayatın umuduyla yaşayan ve yeni bir hayat yaratmaya dair bize de gerekli teşviği vermesini beklediğim kadın karakterden alıntıyla; “Yaşam değişimdir, taşlardan farkı budur, değişim yaşamın doğasında vardır (...) Canlı varlıklar evrime meydan okurlarsa kendilerini tehlikeye atarlar; eğer uyum sağlamazsa yok olurlar. Gelişimini tamamlamış insan fikri çok büyük bir kibirdir. Bitmiş suret, günahkar bir efsanedir.”

Dine, varoluşa, bireysel farklılıklara, toplum olmaya, topluma ait hissetmeye, kanuna, cezaya, işkenceye, düzene, hatta aşka, diyaloga, insanların derinine nüfuz etmeye, kendinden başkasına kendinin ne kadarını açabileceğine dair, belli bir grubun diğerini nasıl öteki kıldığı ve herkesin ancak kendi durduğu yerden ve pek tabii taraflı olarak her şeyi algılayıp yorumlayabilmesine dair, geçmişi ve günümüzü yoğun eleştirilere tabi tutan ve insanlığımızı, insan olmayı, yaşamayı, değişimi, başka dünyaları sorgulayan muazzam bir kitap bu! Sadece bilimkurgunun değil, edebiyatın kült eseri olmalı bence, 1950’lerden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini üzülerek görmemize yol açsa da, bugünden yarına anbean yaşadığımız değişime yön vermemiz adına bize içimizdeki özü hatırlatması gereği, umut dolu bir yapıt aynı zamanda. Tekrar yayımlanmış ve erişilebilir olması, Türkiye yazını adına büyük ‘nimet’, her kimsek ve neye inanıyorsak...
 

16 Eylül 2015 Çarşamba

Sevginin Yıldızlı Hali


Bir arkadaş düşünün ki, “çocuk kitabı yazmaya çalışıyorum” dediğiniz andan itibaren çocuklara yönelik yazılıp çizilmiş hoşuna giden ne varsa sizinle paylaşmakla kalmayıp, telefonda size sevdiği kitapları bazen baştan sona, bazen içinden seçtiği kısımlarını okusun gecenin bir vakti, sabah uyandığınızda mesaj kutunuzda içinizi mutluluk dolduran animasyonlar karşılasın sizi... Tanıyanlar Kerem’den bahsettiğimi anlamışlardır elbette, hatta sadece tanıyanlar değil, benim uzun uzun anlatıp tanıttıklarım da. İşte o insan, canım Kerem Kamil Koç’un önerdiği, sevdiği nice şeyden biriydi Yıldız Kız, tıpkı kendisi gibi, “Eşine az rastlanacak bir tipti. Bugündü. Yarındı” Leo’nun tabiriyle. Hayatıma girmiş nadide bir insanın, ender bulunan bir karakteri ve sevgiyi anlatan romanı tavsiyesi bu nedenle özellikle anlamlı benim için. Nicedir Yıldız Kız üzerine bir şeyler yazıp kendimce Keremimi’yi yad etmek isterken, kitabın devamı niteliğindeki Yıldızlı Sevgi’nin çevrildiğini öğrendikten sonra, onu okumadan harekete geçmek olmazdı. Dolayısıyla ilk kitabı kimbilir kaçıncı kez kurcalayıp devamını da okuduktan sonra her ikisine birden değinerek bir şeyler karalamaya karar verdim.

Yıldız Kız, ilk bakışta gençliğin erken evresindeki insanlara yönelik yazılmış bir ‘ilk-aşk-romanı.’ Herhalde en doğru karşılığı bu; 10. sınıf öğrencileri arasındaki ilişkileri anlatan, sınıfa sonradan gelen garip bir kızla popüler oğlanın ilişkisini konu edinen, lise koridorlarında geçen bir aşkın hikayesi. Ancak kitaba ismini veren özel kız, neredeyse gerçek ötesi bir karakter olduğu için, en azından insanların hayatında böyle bir etki yarattığı için, hikaye bambaşka bir tad bırakıyor insanda. Esas ismi Susan Caraway olan bu genç kız, ailesiyle Arizona’ya taşınıp Mica Lisesi’ne başladığında ilk defa okul deneyimi ediniyor; ki ilk gariplik burada. 10. sınıfa kadar evde öğrenim görmüş olan Susan’ın diğer büyük garipliği ise kendini herkese Yıldız Kız olarak tanıtması ve bu ismi kendisinin seçmiş olması. Dış görünüşü de, Amerika’nın liseli ergenlerinin alışık olduğu tipin oldukça dışında; uzun saçları, taşıdığı büyük bez çantası, uzun etekleri ve makyajsız haliyle, Yıldız Kız diğerlerinin arkadaşlık kurmak istemeyeceği bir tip. Ancak o, kendisine selam dahi vermeyen insanların doğum günlerine özel kutlamalar yapacak, onlar için ukulele çalıp şarkı söyleyecek kadar arkadaş canlısı. Sadece okul arkadaşları değil, kasabada yaşayan neredeyse herkesin doğum gününü bilen, insanların nelerden hoşlandığını öğrenip onlara hediyeler gönderen, gazeteye kişilere özel ilanlar veren bir çeşit mutluluk ajanı Yıldız Kız. İnsanların hayatına ışık saçan, pırıl pırıl bu insanın tabir-i caizse gezegeni olan kişi ise Leo. Ancak sorun şu ki, Leo’nun etrafında dolanan çok sayıda uydu var. Ve ne yazık ki bu uydular, sadece başka insanlar değil, hayatın normal seyrinde olan biten her şey. Nasıl ki aşk, hayatın üstünde ve/ya ötesinde başka bir gerçekliğin yaratıcısı, Yıldız Kız’ın sevgisi de Leo için işte aynen böyle. Gerçek bir aşk. Bütün hayatın dışında ve ötesinde. Başlangıçta Leo’ya çekici gelen bu durumun sonrasında katlanılmazlaşması ise, ilişkilerini bitme noktasına getirmekten ziyade Yıldız Kız’ı sıradan bir kız olarak Susan’a dönüştürüyor. Aşk için insanın kendisinden vazgeçmesi mümkün mü/doğru mu/değer mi? Bu soruların her birine cevap oluyor Yıldız’ın sönüşü, dönüşümü ve nihayet geri dönüşü...


İkinci kitap Yıldızlı Sevgi ise Yıldız Kız’ın asıl kitabı. İlk kitapta Leo’nun dilinden okuduğumuz hikayenin devamında olanları bu defa Yıldız Kız günlük tutarak anlatıyor ama bu sıradan bir günlük değil, Leo’ya yazılan uzun bir mektup aynı zamanda. Günlüğü –veya mektubu- sayesinde, Yıldız Kız’ın Pennsylvania’ya taşındıktan sonraki hayatına tanıklık ediyoruz bu kitapta. Hayatına giren yeni insanların her biri kendisi kadar özel karakterler; Yıldız Kız’ın en yakın arkadaşı sabahın altısında evden kaçıp yanına gelen beş yaşındaki inanılmaz sevimli Dootsie, Yıldız Kız’dan bile daha parıltılı, çünkü onu bile şaşırtan fikirlere sahip. Diğer arkadaşıysa manevi kız kardeşi Alvina. Alvina da Yıldız Kız’dan yaşça küçük ve bizdeki ifadesiyle tam bir erkek Fatma. Kavgacı, erkek çocuklarla dövüşüyor, acımasız ve somurtkan. Fakat bütün bunların sebebi esasında büyümekte olması, duygularıyla başa çıkmayı becerememesi. Bu üçlünün diğer arkadaşlarıysa dokuz senedir evinden dışarıya adımını atmamış olan Betty Lou. Eşinden ayrılması ve duygusal buhranıyla muhtemelen bağlantılı bir şekilde, sonradan agorafobi sahibi olmuş ve kendi iddiasına göre, sanılandan çok daha fazla insanda agorafobi var ancak hiçbiri dışarıya çıkamadığı için onlarla karşılaşmamız mümkün değil. Betty Lou’nun varlığından haberdar olmamızı sağlayan şey ise, dışarıya çıkamayışına getirdiği çözüm: Yaptığı lezzetli keklerle Dootsie’nin onu sık sık ziyaret etmesini sağlayışı. Yıldız Kız’la tanışmalarına önayak olan da o. İşte tüm bu ‘renkli’ karakterlerin hayatlarını okurken, bir de Yıldız Kız’ın duygusal değişimlerini görüyor, mutluluk vagonundaki çakıl taşlarının bir bir eksilmesini seyrediyoruz. Mutluluk vagonu, Yıldız Kız’ın tahtadan yapılmış oyuncak vagonu, içindeki taşların sayısı ne kadar fazlaysa Yıldız Kız o kadar mutlu. 20 taşın tamamının vagona girdiği ilk ve tek gün ise, Leo ile ilk öpüştükleri gün. Yani bütün garipliklerine rağmen Yıldız Kız, sıradan bir genç kız. Kitapların güzelliği de belki tam burada. Her şey son derece olağan ve sıradan ama bir o kadar ilginç ve büyülü. Çünkü aşk acısı çekip günlük tutan bu kız, aynı zamanda Stonehenge’i kendine örnek alarak bir güneş takvimi yapmaya kalkışıyor, her Perşembe akşamı ‘Takvim tepesi’ adını verdiği yere gidip takvime işaret koyuyor, meditasyonunu yapıp kendini hiçleştiriyor, gittiği her yerde özel bir mekan bulup oraya ait olmanın, orada bir hiç olmanın, doğaya karışıp kaybolmanın tadına varıyor... 16 yaşında olmasına rağmen yaşlı dostu taşbilimci Archie kadar bilgeliğe sahip ama hoşlandığı Perry'nin sorularına verecek cevap bulmakta zorlanacak kadar da toy bir çocuk hala. Kitabın da karakterlerin de yarattığı güç öyle büyük ki, üzerine düşündükçe kafamda capcanlı duran her sahneyi anlatasım geliyor. Böylece bu yazı bir tanıtım veya eleştiri olmaktan uzaklaşıp, kitap özeti haline gelecek diye korktuğumdan buralarda bir yerde kesmeliyim galiba.

Betty Lou’nun “anı yaşa”makla ilgili verdiği tavsiyeye uyan Yıldız Kız’ın en büyük ve en etkileyici özelliği, hayattan aldığı keyif ve etrafındaki insanlara saçtığı, ancak paylaştıkça daha güçlü ve anlamlı olacağını bildiği mutluluğu. Öyle ki, takvim tepesinde mevsim dönümünü kutladıklarında, kasabadaki bütün dostlar bir araya gelip güneşin doğuşunu seyrettiklerinde, hayatın anlamını buluyorlar esasında. Hayatın, doğanın, yaşamanın ve hep bir arada sevgi ile var olmanın... O kadar barışçıl, huzur dolu bir anlatı ki Yıldızlı Sevgi; yaşadığımız berbat dünyanın sürekli savaş ortamında umutlanmaya fırsat tanıyan bu kitabı, umuda ve güzelliğe yakın duyumsamak adına, farklı beğenilere sahip bütün insanlara tavsiye edebilirim. Dahası, bu anlattıklarımın fazlaca iyimser geldiğini düşündüğümde, Yıldız Kız’ın Pollyanna gibi gerçek dışı bir karakter olmadığına da kanaat getiriyorum aslında; vagonundaki taşlar eksilirken, kendi kendine Leo’nun yerine sorular sorup cevaplarken, yanından ayırmadığı minik sıçanı Tarçın (ilk kitabın çevirisinde Zencefil olarak geçiyordu) ortadan kaybolduğunda telaşlanırken, hiçbir Pollyannavari aşırı iyimserliği –biraz cüretkar bir yorum olacak ama ‘yapmacıklığı’- yok Yıldız Kız’ın. Bambaşka insanları bir araya getiren ve herkesi ayrı ayrı iyileştirme gücüne sahip olan bu hayat dolu, sevgi dolu karakterin bana can arkadaşımı çağrıştırıyor olması ise kitabı benim için ayrıca güzelleştiriyor. Yıldız Kız’ın Leo’ya sorduğu sorunun cevabını canım Kerem’den duymamız ve buna inanmamız umuduyla; birbirini gerçek bir yakınlıkla sevmiş herkesin hayatın bir yerlerinde yeniden karşılaşması, temas etmesi, bir şekilde hiç kopmaması umuduyla yani. Sevginin yıldızlı haline! 

3 Mayıs 2015 Pazar

Zihinsel Özgürleşmenin Olanakları Üzerine Düşünceler


Türkiye’deki eğitim sisteminin bozukluğu yediden yetmişe, yoksuldan elite, burjuvadan cahile herkesin diline pelesenk olmuştur. ‘Sistem’ problemlidir, bunun üzerine tartışılmaz bile. Belki belli başlı kıyaslamalar sonucunda merkezi sınavların nispeten eşitsizliği ortadan kaldırıcı olduğu söylenebilir, ezberci sistemin öğretici olmadığı vurgulansa da kötünün iyisi olarak sineye çekilir, bir şekilde bu bozuk olduğu şüphe götürmez sistem kabul edilir, içerisinde yaşanıp gidilir. Çok sorgulayıp çocuğunu okula göndermemeyi seçmiş nadir insanlar, farklı gerekçelerle pişmanlığını açıklar. Çünkü eğitim veren kurumlar, sadece öğretici değil, aynı zamanda toplumsallaştırıcıdır. Aidiyet sağlayan, kurduğumuz ilişkilerde ortaklık yaratan mevzuların başında okul hayatı, okul anıları gelir. Okulsuz da, eğitimsiz de olmaz. Halihazırda daha tercih edilir seçenekler azınlıktadır. Ya mevcut kurumlar iyileştirilmeye, ‘başka okulların mümkünlüğü’ne inanç çerçevesinde, çalışılır; ya da… konu üzerine okunup yazılır, fikir yürütülür, tartışılır.
          Özellikle çocuk edebiyatına eğilmeye başladığımdan beri, eğitim konusu daha çok ilgimi çekiyor. Montessori metodu üzerine okuyorum, anarşist bir annenin çocuğunu kendi yöntemiyle eğittiği süreci tariflediği kitabı başucu kitabım yapıyorum, öğretmen arkadaşlarımla farklı boyutlarda diyalog kurmaya çalışıyor, davet edildiğim okullarda söyleşilere katıldığımda çocukların okulla kurdukları bağı anlamaya çalışıp, tecrübelerimle karşılaştırıp kendimce sağlamasını yapıyorum. Ben okuma-yazmayı erken öğrenip, okula gitmek için yalvaran bir çocukmuşum. Hatırlıyorum, oturduğumuz apartmanın hemen karşısındaki anaokuluna elimi sallayıp ‘arkadaşlarım, öğretmenlerim!’ diye sayıkladığımı… Fakat okulun, sistemin bir parçası haline geldikten sonra bu durum tersine dönmüştü, her gün ‘ne işim var burada?’ sorusunu soran, fırsat buldukça okuldan kaçan ‘serseri’ öğrenciye dönüşmem zor olmadı. Üniversiteye, akademiye duyduğum ilgi ise, müzmin öğrenci olmam noktasında yeni kararlar almama yol açtı. Hocalık kavramı üzerine düşünmem ve hakiki hocalarla –ne mutlu ki- karşılaşmam da genellikle üniversite yıllarıma rastladı diyebilirim. 
Eğitim üzerine düşününce önce sistemi, yöntemi, sonrasında kurumu düşünüyorum gördüğünüz gibi, ‘hocalık’ aklıma son gelen kısım oluyor. Halbuki yöntem bizatihi hoca tarafından kuruluyor veya hoca ile öğrenen arasındaki karşılıklı etkileşimle yeni bir yöntem inşa ediliyor – en azından arzu edilenin, idealize olanın bu olduğunu kabaca/genelleyerek iddia etmemiz mümkün. Ranciere ise, zihinsel özgürleşmeyi konu edindiği eserinde, okullardan veya sistemin kendisinden önce ‘hoca’ya, eğitici figürüne değinerek, olaya aslında tam özünden yaklaşmakta. Dilimize geçen senenin sonlarına doğru çevrilen, Metis etiketiyle raflarda olan ‘Cahil Hoca’ taşıdığı Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders alt başlığıyla eğitimi zihinsel özgürleşme süreci olarak tasavvur ettiği izlenimini baştan vermekte. Kitabın girişinde, Joseph Jacotot’un yaşadığı rastlantısal olay anlatılmakta. 1800’lerde Jacotot, hiç Hollandaca bilmeyerek, tek kelime Fransızcası olmayan Hollandalı çocuklara Fransızca öğrettiğinde, öğrenme eyleminin açıklamayla uzaktan yakından ilgisi olmadığını, öğrenmenin öğreten değil öğrenen tarafından gerçekleştirildiğini idrak edip bu uğurda aptallaştıran eğitimi yıkma gereğine inanıyor. Ranciere’in zihinsel serüveni işte buradan başlamakta, ancak açıklamak ‘yol göstermek’ yerine, yolu açan hocayla öğrenmenin imkanını konu ediniyor metninde. ‘Hoca, arayanı onun yolunda tutar’ cümlesiyle, hocanın esasında güncel bir tabirle ‘danışman/danışılan’ olması gerektiğini ifade etmekte. Cahil Hoca’nın ilk bölümlerini okurken hep Hermann Hesse’in Siddhartha’sı geldi aklıma. Her insana özgü bir yolun varlığının olduğu, herkesin deneyiminin özgün olduğunun bahsi… Ranciere’in de bu özgünlüğe, herkes için ayrı bir metodun varlığının söz konusu olabileceğinin bahsine değinmesini beklerken, konu farklılıktan ziyade ‘eşitlik’ kavramına odaklanmaya başladı.
Zihinsel özgürleşme, kitabın izleğini oluşturmakta, yani kitabın konusu eğitimden ziyade özgürlüğün olanağı. Eşitlik mevzusu ise, zihinler arasındaki hiyerarşinin eleştirisiyle gündeme geliyor. Bütün sosyal bilimler tarihinin en çok üzerinde tartışılan iki kavramı olan özgürlük ve eşitlik, hatta insanlık tarihinin müthiş bilinmezleri, çelişkili durumları mı var yoksa birbirlerini beslemelerinin imkanı var mı, birini diğerine tercih etmeli mi, hangisini seçmeli, gibi pek çok soru çerçevesinde ‘soyut’ toplumun ideal kavramları, Ranciere’in çalışmasının ortasında durmakta. Ranciere’in eski sisteme alternatif olarak ortaya koyduğu evrensel eğitim, isteyen herkesin her şeyi yapabileceği düşüncesi etrafında şekillenmektedir. Zeka kavramını dikkat ve arayışla, iradeyi ise kendi usulünce eyleme olarak gören bu anlayışta, her bireyin farklı arayışları olması bir yana, herkes aradığını bulma konusunda eşit güce, imkana sahiptir; dolayısıyla zekalar eşittir, bir zekanın bir başkasına tabi kılınmadığı ortamda da aptallaşmanın yerini özgürleşme alacaktır. Zekanın marifeti bilmek veya öğrenmek değil, eylemektir. Eylem sadece eser ortaya koymak değil, aynı zamanda yapılan üzerine konuşmak, iletişimde olmak anlamına gelir. İletişimin tarafları hoca olabileceği gibi, öğrenci, sanatçı olabilmektedir; burada önemli olan yapılandan, yapılması arzu edilenden söz etmek, anlattıkça karşılık bulmasını sağlamak, her iki zihnin de birbirini azad etmesini ve karşılıklı etkileşimle eylemin gerçekleşmesini mümkün kılmaktır. Eşitlik, her iki tarafın birbiriyle aynı düzeyde var olması, zekayı yaratacak; zeka eylemi mümkün hale getirecektir.
Yapamamak, becerememek ise Ranciere’e göre ancak bir kaçış, tembellik için yaratılan kılıftır ve kişi, yapamayacağını söylediği anda hem karşısındakini hem kendi zihnini küçümsüyordur. Bu küçümseme hali, toplumdaki bireylerin ayrı ayrı sorunu olarak karşımıza zekalar arasındaki hiyerarşiyi koyar. Daima üstün zekadan daha üstün bir zeka, aşağı zekanın tepeden bakacağı daha aşağı bir zeka mevcuttur. Bu mevcudiyeti sağlayansa, genetik faktörler veya a priori olarak bulunan eşitsizlik hali değil, insanların kendi arzularında var ettikleri eşitsizliktir, yapamamanın eşitsizliği. Hocanın karşısındaki öğrenciyi küçümseyerek, yapamayacağını düşünmesi ve zekasını aşağılaması da buna örnek verilebilir, kişinin kendisini diğerinden aşağı görmesi de; elbette tersinden de bahsedebiliriz. Ranciere’in deyişiyle şayet zekaların eşitliği toplumda söz konusu olabilseydi –bu gerçek kabul edilseydi- kadın kocasına, yönetilen yöneticiye itaat edemez hale gelirdi. Yani mevcut düzenin koruyucusu bu eşitsizliktir, toplumu eşitsizliğiyle ayakta tutan güç, insanların birbirlerinin zekalarını aşağıda görme, küçümseme gücüdür. Ranciere’in bu bahsi açtığı bölüme koyduğu isim dahi altı çizilesi bir özettir zaten, mevcut toplumun tek sıfatla taridir: ‘Küçümseme toplumu.’
Evrensel eğitimin var olması, işte bu küçümseme-aşağılama halinin terkiyle mümkündür. Bu hissin karşısında konumlanan eşitlik kavramı, soyut bir kavram olan toplum adına gerçekdışı veya değersiz addedilse dahi, tek tek şahıslar nazarında değerli, anlamlı ve gerçekleştiği takdirde ‘gerçek’tir. Herkes eşitliği arzu eder, hatta dayanışma ağının kuvvetli olduğu toplumlarda eşitlik, özgürlüğe yeğ tutulur. Hangisinin daha kıymetli olduğu tartışmaları bir yana, Ranciere bu iki kavramı ele alırken, harika bir bağlantıyla, özgürlüğün ancak eşit olmanın öğrenilmesiyle olanaklı olduğunu vurgulamaktadır. Evrensel eğitim için eşitlik gereklidir, eşitlik kavramı ancak akılla mümkündür ve aklın kullanımı eylemekten geçer, eylem ise zihinsel özgürleşmeyle sağlanır. Denklemin sağlam olduğu söylenebilir ama olanakları tartışmaya açıktır. Ranciere de bunun farkındadır, her cümlesinde aynı iyimserliği taşımadığı bir gerçek olsa da, eleştirel tutumunun ardında yatan umut sürekli hissedilir. Eğitilen fakat özgürleşmeyen, bilgi yüklenmiş bireyler yerine, cahil olsa da zihni özgürleşmiş insanların varlığını tercih eden Ranciere, bu cismen hafif içerik açısından oldukça ağır ve düşündürücü metninde, hakikati aramanın, arayış sürecinin öğreticiliğinin, hoca ile öğrenci arasındaki zeka eşitliğinin, insanlar arası hiyerarşinin manasızlığının altını çizmekle kalmaz, felsefe tarihine bulunduğu atıflarla Sokratesçı yöntemin bahsiyle ama en çok ‘Kendini tanı’manın gerekliliği mesajıyla siyasal, toplumsal, yöntem-bilimsel açıdan güncel olan pek çok soruya cevap verir, sorunu ortaya koyar ve önerdiği çözümün imkanları üzerine tartışmalara zemin hazırlar.
Teknolojinin geliştiği ve artık Telemak benzeri kitaplara ihtiyacın azaldığı, internet vasıtasıyla kesin olmayan bilgilerin arasında zihinsel 'depolanmanın' sağlanabilirliğinin kolaylaştığı günümüzde, hocanın sadece açıklayıcılığını değil, aynı zamanda aktarıcılığını yitirdiğini bile söyleyebiliriz. Hocanın bilgi düzeyinin, öğrencinin elindeki kutucuklarla bağlandığı ağ tarafından sınandığı, ancak ağdaki akışın sağlamasının pek zor yapıldığı bu yeni zamanda; bilgi, cehalet, eğitim, özgürlük, iletişim kavramlarının her birinin, özellikle birbirini etkiledikleri oranda özgürlük ve eşitlik 'idea'larının birlikte ve yeniden ele alınması, toplumdaki yansımalarının gerçekliği/gerçekdışılığı üzerine yapılması muhtemel tartışmalarla zihinsel özgürleşmenin olanaklarının günümüz dünyasında artıp artmadığının, artması için nasıl bir yol izlenebileceğinin düşünülmesi, herhalde her zamankinden daha fazla -ve giderek artan/artacak olan raddede- önem taşımaktadır.

22 Mart 2015 Pazar

Evcilleşmiş İnsanların Öyküsü



İnsan, doğa üzerinde tahakküm kurma gayretindeki yegane canlı olmasıyla özel herhalde. Gücünün, aklının, teknik üretme kabiliyetinin değil de, ‘kibrinin’ belirleyiciliği fazla, çizgi film klişelerinden süper kahraman hikayelerine “dünyanın hakimi” olma arzusu, esasında medeniyetlerin tahayyülü, hayatlarımızın ortak klişesi. Tutunmak, dünyaya kazık çakmak, ölüme karşı koymak, ölümsüzleşemiyorsak madem olabildiğince uzun yaşamak da hayvanların veya doğanın değil de, bizim motivasyonumuz. İnsanlık hemen hemen böyle bir şey; diretmek, direnmek, inat etmek, istenmese de kalmak, gitmemek, azmetmek… Saydıklarım, okuduğunuz üzere olumlu olabildiği gibi olumsuzluk içeren ifadeler, kimiyse olumsuz bir intiba uyandırsa da yer yer iyi bir vaziyeti yaratacak kudrete sahip. İnsana has ifadeler gibi, insan da aynen böyle işte! İyi hali yaratacak kudrete de sahip. Bu nedenle olmalı asla umut etmekten vazgeçmeyişimiz. Hep daha iyisini, güzelini hayal edebilmemiz…
Doğayı, kenti, halihazırda var olanı da kendi ellerimizle var ettiğimizi de bozmaya, talan etmeye son hızla devam ettiğimiz günümüzde, ekoloji üzerine daha fazla düşünür/tartışır, ‘türcülük’ meselesini gündemimize alır olduk. Popüler tabiriyle ‘farkındalık’ iyi hoş da, hakikaten bilgimizle eylemimiz arasında ne kadar uyum sağlayabiliyoruz, teori ve pratik arasındaki o kapanmaz boşluklar bireysel hayatlarımızda az da olsa kapanıyor mu, bunlar da şöyle bir sorsak fena olmayacak sorular olarak kenarda duruversin. Gelgelelim, bu yaptığım girizgah Tudem’in markalarından biri olan (an itibariyle Terry Pratchett’ın Diskdünya serisini de yeniden yayımlamaya başlamış olan) Delidolu Yayınları’ndan birkaç ay evvel çıkmış olan bir kitaptan bahsetmek için: Türkçe’de daha önce okumamış olduğumuz Preton L. Allen’in “Battallar ve İnsanlar” ismiyle çevrilen çağdaş masalsı anlatısı. Orijinal ismi “Every boy should have a man” olan kitabın başlığı, içeriğinin de ifadecisi. Kitabın ana kahramanları insanlar olsa da, biz battalların dünyasında, bir battal oğlanın gözünden olayları izliyoruz. Her oğlanın bir insanı olmalı, buradaki ‘man’ kelimesi ‘insan’ı karşılıyor, erkek veya kadın, insan ırkına mensup olanı. Başlığında dahi dilin cinsiyetçi kalıbını taşıyan roman, cinsiyetçiliğe, türcülüğe, ırkçılığa eleştiri niteliğinde hakikaten modern bir başyapıt niteliğini taşıyor.
Battalların hakim olduğu dünyanın çocuk kahramanı, şans eseri bir insana sahip olup onu evinde beslemeye başlıyor. Battallar insan etiyle beslenirken, insanların kendi türlerinin etini yemeleri yasak, eğer kendi etlerini yerlerse hastalanıyorlar, çünkü yamyam değiller. Tabii yamyam olanlarla ve hatta kendi çocuğunu yiyenlerle dahi ilerleyen bölümlerde karşılaşmayacağımız anlamına gelmiyor bu! Gelgelelim bizim ana kahramanımız Zloty adındaki battal çocuğun, bir insana (Kahverengi) şans eseri sahip olmasının, onu dışarıda ‘bulup’ eve getirmesinin sebebi, babasının kendisine bir insan alamayacak kadar fakir olması. Yani battalların dünyası, ekonomik eşitsizliklerin var olduğu, zengin ile fakir arasındaki ayrımın çok keskin olduğu bir dünya. Ve her ne kadar hikaye başından itibaren bizi battallar-insanlar arası karşıtlığı anlatan ırkçılık/ya da türcülük/ eleştirisi taşıyan bir hikaye gibi gelse de, genel olarak eşitsizlikten bahseden ve yoksulların zenginlere karşı isyanını dile getiren tabir-i caizse bir ‘sınıf savaşı’ anlatısını da içermekte. Hatta öyle ki, savaş, battallar yerine insanların çalıştırıldığı bir maden ocağında kıvılcımlanıyor – biz okurlar olarak, sevgili Kızıl Bukle isimli insanın hikayesiyle, maden ocağından itibaren tanık oluyoruz savaşın anlatısına.
Yoksul ailenin durumunu kitabın başlarında Zloty’nin babası tarafından “Devletimiz ev hayvanlarını koruyor ne de olsa… Peki ya bizleri kim koruyacak?” diyerek dile getiriliyor. Tahmin edeceğiniz gibi bu ev hayvanları, insanlar. Yani aslında bütün battal anlatısı esnasında, onların sadece boyut açısından ‘büyük’ insanlar olduğunu görüyor oluşumuz, başlangıçta battalların dünyasına dair bir eksiklik gibi gelirken, aslında tam olarak bilinçli biçimde yapılmış yazar tarafından. Kendi dünyamızda sessiz sakin yaşayıp giderken, yarın bizden ‘büyük’ bir canlı türünün bizleri evlerinde evcil hayvanlar gibi besleme ihtimallerini derinden hissettiren roman, hemen her satırıyla, karakterlerin diyaloglarıyla insanları düşündürür halde.
Kitabın bölümleri içerisinde battallara verilen vaazlardan oluşan kısımlar var. Bir türün dünyaya ‘egemen’ oluşunun gereği üzerine sorgulamaya yol açan bilgelik dolu bir paragraf var mesela bunlar arasında: “Biz bu dünyanın hakimiyiz. Bu dünya bize Yüce Yaratıcı tarafından yönetmemiz için verildi. Yeryüzünde bizden daha büyüğü, daha güçlüsü yok. Hayal ettiğimizi gerçekleştirebiliyoruz. Arzuladığımıza sahip olabiliyoruz. İyi ama buna gücümüz var diye her şeye sahip mi olmalıyız? Her şey bizim mi olmalı? Her şey bizim olduğunda ne olacak? Her şey gittiğinde, elimizde hiçbir şey kalmadığında bizler ne olacağız? Dünyadaki hiçbir yaratık bize hayır diyemiyor. Sadece bizler, dünyanın bilge yöneticileri, bize karşı çıkabilir ve hayır diyebiliriz. Kendimize hayır demeyi öğrenmek zorundayız.” 
Kitabın devamında kaçırılıp satılan insanlar, savaşın vahşeti, tecavüz benzeri pek çok hayata dair olaya anlatının aynı destansılığın içerisinde şahit olurken, battalların dünyasından insanların dünyasına geçiş yapıyor, ekolojik felaketlerle karşı karşıya geliyor, yoksulluğu, varsıllığı, tanrıları, inançları, dinleri, iletişimi, “farklı olana nasıl olup da inanılabileceğini” sorgularken buluyoruz kendimizi. Öfkelendiren, ardından şaşırtan, ara ara gülümseten oncasına dair ipucu vermemek adına burada noktalıyorum. Dünyanın mahvına yol açtığımız insanlık tarihimiz adına böyle bir eserin yazılmış olması az da olsa umut veriyor bana. Farklılıklarımız üzerine düşünmek, tartışmak, doğadaki canlıların hiyerarşisi meselesine hiç değilse kafa yormak ve doğanın parçası olarak var olmayı denemek için, Battallar’ın evrenine bir göz atmakta yarar var.

Pierre Clastres’ın “Devlete Karşı Toplum” Çalışması Üzerine (Devletsiz Toplumların İktidar Anlayışı ve Yaşama Kültürlerine Dair)




İlk defa böyle bir şey yaparak, geçtiğimiz dönem bir yüksek lisans dersim için yaptığım sunumun metnini ekliyorum. ''Teorik'' yazılardan olabildiğince kaçınacağım blogda, kitap tanıtımlarına yer verdiğim için ve bu kitabın da antropolojiye, sosyolojiye veya Latin Amerika yerlilerine değil, genel olarak insanların farklı kültürlerine kıyısından bile olsa ilgi duyan insanlara -ki buraya göz atması muhtemel insanların büyük çoğunluğunu kaplar zannederim- hitap edebileceğini düşündüğümden, tereddütsüz paylaşmak istedim. Tanıtımdan ziyade kitap ''özeti'' olmasına hiç bakmayın, çok daha fazlası için, kitabı kesinlikle edinin ve okuyun derim. Clastres'ın metni hem bir antrpoloji manifestosu, hem de farklı kültürlerde farklı hayatların mümkün olduğunun hatırlatmasıyla düşündüren, umut veren, yeni kapılar aralayan bir boyuta sahip. İlginizi, merakınızı uyandırması umuduyla...


I- Kopernik ve Vahşiler
Kitabın ilk bölümünde Clastres, devletsiz toplumların, ‘ilerlemeci, gelişmiş, modern’ benzeri sıfatlarla andığımız devletli toplumlardan temel ayrımlarının neler olduğunu anlatarak, iki toplum biçimi arasında genel bir karşılaştırma yapmaktadır. Daha ilk sayfadan Nietzsche’nin İyinin ve Kötünün Ötesinde isimli çalışmasına atıfta bulunarak aile, cemaat, ulus, kilise gibi kurumların da, tıpkı devlette olduğu şekliyle itaat eden-itaat edilen karşıtlığına dayandığına ve dolayısıyla itaat kavramının insanın özünden ayrı düşünülemezliğine dikkat çekmektedir (Clastres 2011:7-8).
Kendisi de bir etnolog olan Clastres’a göre, etnoloji çalışmaları, siyasetin arkaik kültürlerdeki durumunu araştırmaktadır. Farklı kültürlerdeki siyasi ilişkilerin kurulumunu anlamak ise, siyaset alanını belirleyen iktidar ve iktidar ilişkilerini anlamaktan geçmektedir. Burada cevabı aranan temel soru, siyasal iktidarın kaynağının kültür mü doğa mı olduğudur. Devletli toplumlardaki iktidar söz konusu olduğunda kültür etmeninden bahsetmemiz doğaldır; ancak ilkel toplumlar araştırıldığında, iktidarın kaynağının yaşamsal/biyolojik olma ihtimalinden bahsetmek, doğadan kaynaklanıyor olup olmadığını sorgulamak mümkündür. Siyasal iktidarın temeli üzerine bir deneme başlıklı makalesinde Lapierre’nin sorduğu soru da bu kaynağın doğanın kendisi olup olmadığıdır, cevabı belirleyen ise hayvanlarda iktidar olmayışıdır. Siyasal iktidar, insan doğasına değil toplumsal yaşama içkindir. Öte taraftan, arkaik toplumlar birbirinden çok farklı özellikle gösterdiği için, vahşileri genellememek gereğinin altı çizilmektedir (2011:8-9).
Lapierre toplum tiplerini belli gruplara ayırır, ilkel toplumları küçük ve kapalı topluluklar olarak nitelendirir ve bütün bu ayrıştırdığı toplum tipleri içerisinde iktidarın ne oranda var olduğunu araştırma amacını güder. Ona göre, toplum ilkelleştikçe iktidar sıfıra yaklaşmaktadır. Devletin var olup olmadığı toplumlardan ziyade, iktidarın olup olmadığı (ne oranda olduğu), toplumların araştırma konusu haline getirilmesi gerekmektedir. İktidar ile kastedilen ise, genel anlamıyla emir-itaat ilişkisinin varlığıdır.
Weber’in devlet tanımına değinen Clastres, iktidarın özünün şiddete dayalı olduğunu, bu şiddetin meşruiyetiyle devletin varlığından bahsedebileceğimizi vurgulamaktadır (2011:11). Arkaik toplumlarda zorlama, şiddet olmaksızın bir iktidardan bahsetmek mümkün müdür, işte çalışmanın odak noktasını belirleyen soru asıl budur. Yazar, toplumları ilkel-modern, devletli-devletsiz biçiminde ayırırken; ilkel toplumların yazısız toplumlar olduğunun ve ekonomik açıdan geçim aşamasında bulunduklarının altını çizer. İktidarın kaynağı olarak bir kabile liderinden, şefinden bahsetmek mümkünse de, emir-itaat ilişkisi, siyasi erk söz konusu değildir. Amerikan yerlilerinin farklı gruplardan oluştuğunu, Meksika, Orta Amerika yerlileri ve Andlar’ın kültürlerinin birbirinden son derece farklı olduğunu vurgulayan yazar, yine de iktidarın yoksunluğu nedeniyle bütün bu ilkel kabilelerin homojenliğinden bahsetmenin mümkün olduğunu söylemektedir. İktidar kullanımı, bütün toplum adına karar verme anlamını taşır. Iroquoi Büyük Meclisi’ni oluşturan 50 sachem (kabile şefi) vardır ve bunların bileşiminde bir devletin varlığından bahsetmek olasıdır. Bu noktada ise Clastres, Iroquoi’larda iktidar sorununun kabile düzeyinde olduğuna dikkat çekmektedir (2011:12).
Arkaizmi belirleyen unsurlar toplumun yazısız olması ve geçim ekonomisine sahip olmasıdır. Geçim ekonomisinden anlaşılan şey, artı değer üretebilecek durumda olmamak gibi görünse de, esasında bunun bir yanlış değerlendirme olduğunu söyleyen yazar, Güney Amerika’da çoğu toplumun ihtiyacın iki katı ürettiğini, yıllık tüketimlerine eşit miktarda artı değer ürettiklerini belirtmektedir (2011:13). Kitabın son bölümünde ekonomi-siyaset arası ilişkinin tartışıldığı kısımda, bu konuyu yeniden gündeme getiren Clastres, yerlilerle ‘gelişmiş’ toplumlar arasındaki yaşama/çalışma kültürünü de karşılaştırmaktadır; biz de buna yeri geldiğinde değineceğiz.
Yazarın biyoloji kaynaklı olduğunu iddia ettiği evrimcilik düşüncesi, tarihin tek yönlü ve tek tip ilerlemeciliği anlamını taşımaktadır. İlkellikten modernliğe geçiş çizgisinin sürekli ve sıçramasız bir ilerleme süreci olduğu düşüncesi Avrupa merkezci olduğu kadar; ‘tohum halinde, doğmakta olan, azgelişmiş’ benzeri tabirler de bütünüyle etnosantrizm kaynaklıdır. Çünkü bu bakış açısına göre, gelişmiş olan az gelişmişten, doğmuş olan doğmakta olandan, filizlenmiş olan tohum halinde olandan ‘ileride’ olduğu gibi, üstündür de. Clastres Avrupa merkezci anlayışı eleştirerek herhangi bir yerli kabilenin dahi kendi kültürünü diğerlerinden üstün gördüğüne dikkat çeker. O halde; ilerlemenin çizgisinin tek tipliliği, gelişmenin iyileşmekle aynı anlamı taşıdığı benzeri düşünceler anlamını yitirmekte, dahası yanlışlanmaktadır. Bu noktada antropoloji disiplininden gelmekte olan yazarın sorduğu “Siyasal bir antropoloji mümkün mü?” sorusu da daha dikkat çekici olmaya başlar. Clastres’a göre toplumdaki her şey iktidar alanına girmesi, yani siyasetin her yerde olması, hiçbir yerde olmaması anlamına gelmektedir (2011:18). Arkaik toplumlar, bu şekilde bakılacak olursa, siyasal değillerdir ancak bu onların toplum olmadıkları anlamına gelmez.
Siyasetin olmadığı yerde siyaset-dışı olan kavramından da bahsedemeyeceğimiz için, siyaset dışı siyasetin varlığını zorunlu kılmaktadır. Yani toplum için iktidar zorunludur. İktidarlı-iktidarsız toplum ayrımı yerine başka bir ayrımın incelenmesi gerekmektedir: Zorlayıcı iktidarın olduğu toplumlar ve zorlayıcı olmayan iktidarın olduğu toplumlar. İşte tarihsiz, arkaik toplumlar, zorlayıcı olmayan iktidara sahiptir (2011:20-21).
Toplumun ne olduğunu anlamak için siyasal iktidarın ne olduğu sorusuna cevap verilmelidir. Tarih ve tarihli topluma ilişkin yargıda bulunmanın, bu devletli-devletsiz toplum ikiliğini anlamanın yolu ise, zorlayıcı olmayan iktidardan zorlayıcı iktidara geçişin nasıl olduğunu anlamaktan geçmektedir. Marksizm, iktidarın varlığını toplumsal güçler arasındaki çatışmaya borçlu olduğunu iddia eder. Ancak marksist anlayış da, ilerleme düşüncesine sahiptir. İlerleme düşüncesinin tersyüz edilmesi gerektiğini vurgulayan Clastres ise, Kopernikçi bir devrime ihtiyaç olduğunu söyler (2011:23). İktidarın zorlayıcı olmadığı, devletsiz toplumları anlamak için yeni bir güneş seçmek zaruridir.

II- Mübadele ve İktidar: Yerli şefliğin felsefesi
Başlıktan da anlaşılacağı gibi, bu bölüm yerli kabilelerde ekonomi ve siyaset kavramlarının nasıl var olduğunu açıklamaya yönelik bilgiler içermektedir. Şefin otoritesi, mülkiyet ilişkileri özellikle değinilen konulardır.
İlkel toplumlarda siyasal yapıya dair iki olasılıktan bahsedilmektedir kitapta; birincisi ilkel toplumun gerçek bir siyasal örgütten yoksun olma ihtimalidir, ikincisi ise ilkel toplumda var olan siyasal örgütün despotluk, tiranlık biçimi halini almasıdır (2011:24-25). Amerika’daki yerli topluluklar, demokrasi ve eşitlik kavramlarına ağırlıkla yer verirlerken; adalardaki Tainolar, Caquetiolar, Jiragiralar, Otomanglar, şefin otoritesini yüceltmektedir. Onalar, Yahganlar gibi toplumlardaki ise şeflik yoktur; hatta Jivarolarda şeflik kavramını karşılayacak bir kelime dahi yoktur. Bütün bu toplumlarda ortak olan ise, toplumsal tabakalaşmanın ve siyasal otoritenin yoksunluğudur.
R. Lowie ‘titular chief’in (itibarlı şef) görevlerini şu şekilde sayar: Şef, toplumda barışın mimarıdır, toplumdaki barış, uyum ve uzlaşmanın sorumlusudur. Mülkiyet konusunda cömert olmalıdır ve toplumun taleplerinin karşılanmasını sağlamalıdır. Toplum içerisinde en az mülke sahip olan kişi genellikle şef olmaktadır. Bir diğer görevi ise hatipliktir, dolayısıyla iyi konuşma yeteneğine sahip olmalıdır (Clastres 2011:26). Şef, dile, sözcüklere hükmedendir. Konuşan kişi olmak, şef olmak anlamı taşımaktadır (2011:35). Sivil ve askeri şef olarak toplum içerisinde iki ayrı şefin varlığından bahsetmek mümkündür. Dış tehditin söz konusu olduğu durumlarda askeri şefin varlığı söz konusudur ve böyle bir durumla karşılaşıldığında şef zorlayıcı iktidarın sahibi haline gelebilir. Jivaroların yalnızca savaş durumlarında şefleri vardır.
Yukarıda saydığımız görevlerin yanı sıra, şefin çokeşlilik gibi bir ayrıcalığından bahsedebiliriz. Toplumun refahı ile avcılık doğrudan alakalıdır; çok karılı ailelerde de avcılık önemlidir (2011:31). İyi bir avcı olmak, aynı zamanda siyasi bakımdan güç sahibi olmakla eşdeğerdir. Şef, toplumda en çok çalışan, ürün yetiştiren, iyi avlanan kişi olmalıdır.
Kültür ile doğa arasındaki karşıtlıktan bahseden Clastres’a göre, kültür dünyası doğayı olduğu kadar iktidar alanını da yadsımaktadır. Toplumlar üstü olan iktidar ise, meşruiyetini sağlamak için kültürü yadsımak durumundadır; bu da devlet ile kültür arasında bir karşıtlık anlamına gelir. Yerli toplumların siyaset felsefesini oluşturan işte bu kültür-devlet karşıtlığıdır (2011:38).
Mübadele konusunda bu bölümde, malların mübadelesi dışında kadınlar ile sözcüklerin de mübadelesinden bahsedilmekte ve özellikle çok eşlilik üzerinde durulmaktadır. Şefin konuşma yetisi ve çok eşli hali düşünüldüğünde, mübadelenin bütün çeşitlerinin sonlandırıcısı şefin kendisidir. Topluluğun şefe duyduğu güven ve bağlılık, şefin statüsünü korumasını ve denetimini sürdürmesini sağlar. Şefin iktidarı, aynı zamanda iktidar kavramının kendisini engellemektedir.

III- Bağımsızlık ve Dıştan Evlenme
Bu bölüm genel hatlarıyla aile, evlilik, toplumsal örgütlenmenin etmenleri üzerinedir. Örgütlenme biçimlerini tarif etmek isteyen Clastres, farklı toplumlar arasında karşılaştırmaları gündeme getirir. Mesela İnka İmparatorluğu’nda güçlü bir merkezi iktidar ve ekonomik örgütlenme biçimi söz konusuyken; Ormanda yaşayan mikro topluluklar birbirine benzerdir, ancak bu benzer topluluklar aynı zamanda düşmandır da. Murdock ise, ilkel toplumlardaki bu parçalı yapının, bölünmüşlüğün ve savaşçılığın abartıldığını söylemektedir.
Tupi, Carib, Aravak gibi dil aileleri benzer olan, aynı eko sistem modeline sahip toplumlarda, bahçecilik ağırlıklı tarımın yanı sıra avcılık, toplayıcılık ve balıkçılık ile geçim sağlanmaktadır. Maloca ismindeki evlerde, geniş aileler yaşamaktadır. Siyasal özerkliğe sahip Tropikal Orman yerlileriyse, örneğin Fuegler, Pataganlar, Guayakiler, tarımla hiç uğraşmayan, avcılık ve balıkçılık ağırlıklı geçinen göçebe toplumlardır (Clastres 2011:45).
Maloca yerleşimlerinde 100-200 civarı insan yaşamaktadır ve anayerlilik/babayerlilik esasına bağlı olarak, evlilik sonucu maloca’dan ayrılma durumu söz konusu olabilmektedir. Çok sayıda geniş ailenin bir araya gelmesiyle oluşan demos’lar toplumsal siyasal birimler olarak dıştan evlenmeye dayalı yapılardır (2011:48). K. Oberg, iktidar mücadelesi olmayan bu toplumları ‘homojen’ olarak adlandırır. Homojen toplumlarda, tabakalaşma veya yatay bölünme söz konusu değildir; bunun yerine cinsiyet, yaş ve akrabalık esasına bağlı farklılıklar önemsenmektedir.
Komşuluk, evlilik, akrabalık ilerledikçe, yabancılık ortadan kalkacak buna bağlı olarak düşmanlıklar azalacaktır (2011:54). Fakat birlikte var olmak, homojen yapıyı korumak için Güney Amerika toplumlarının çoğunda dıştan evlenmede sınırlandırma görülmektedir. İlkel toplumlarda gücün esas amacı dengeyi korumaktır ve bu amaç için aileler bazında sınırlı liderlik vaziyetleri dikkati çekmektedir. Mesela Tupinamba köyünde 4 ila 8 arasında büyük evler (maloca benzeri) bulunmaktadır ve her evin lideri konumunda birisi olduğu gibi, aynı zamanda köyün de bir lideri vardır (2011:61). Bazı yerlerde ise, dıştan evlenmeye bağlı olarak meydana gelen soy zincirindeki çoklu yapı, şefin yardımcıları olmasını zorunlu kılar. Şefin yanı sıra bir yaşlılar meclisinin de olduğu yerlerde, çok başlı bir iktidar mekanizmasından bahsetmek mümkündür.
Toplumların evlilik benzeri durumlara bağlı olarak farklı bölgelere yerleşmesi, toplumlar arası ilişkilerin gelişmesine yol açar. Levi-Strauss ve Metraux’un çalışmalarında görülebileceği gibi, uzak yerleşim yerlerindeki toplumlar arasında ticaretin yoğun olması dikkat çekicidir. Tupilerde ise, ticaret şeflerin başka köylerde otoritesini artırmaya yönelik olarak kullanılmakta ve şefin iktidarının artmasına, hatta toprakta yayılmacı bir zihniyetin varlığına işaret edebilmektedir. Amazon’daki Omagua ve Cocama’da merkezi iktidar yaratma eğiliminde şefler olduğu gibi (50-60 kişinin yer aldığı 60 evden meydana gelen 3000 kişinin üzerindeki insan üzerinde otorite sahibi olan şefler olduğu bilinmektedir); Tupinamba’da 10-20 köyün bir araya gelmesiyle oluşan federal yapıları görmek mümkündür (2011:62).


IV- Amerika Yerlilerinin Nüfus Yapısı
Nüfus ve iktidar arasındaki ilişkiye aile ve örgütlenme modellerinin karşılaştırılmasıyla yapılan girizgah, bu bölümde esas konu haline gelir. Güney Amerika’nın tamamındaki toplumlarda siyasi birimlerin birbirinin aynısı olmadığı bir önceki bölümde ortaya konulmuştu. Burada sorulan temel soru ise, nüfus artışının iktidar yapısını değiştirip değiştirmediğidir (Clastres 2011:66). Nüfusun yoğunlaşmasıyla tarım üretiminin de artması gerekmektedir. Avcılık ve toplayıcılıkla uğraşıp geniş arazilerde göçebe olarak yaşayan nüfusu az toplumlara karşılık 16. yüzyılda Amerika’nın çeşitli yerlerinde yerleşik tarım toplumlarının var olmuştur.
1539 tarihinde Guarani yerlilerinin 350.000 kilometrekare alanda 1,5 milyon nüfusa ulaştıkları bilinmektedir. Böylesi kalabalık bir nüfusta hem geçim ekonomisinin çökmesi kaçınılmazdır; hem de farklı bir siyasal iktidar yapısından bahsetmek olası hale gelmektedir (2011:77-78). 16. yüzyıl ortalarında beyazların gelişiyle salgınlar ortaya çıkmış ve 17. yüzyıla gelindiğinde hastalıklar neticesinde nüfus büyük oranda azalmıştır. Cizvit tarihçisi Peder Lozano’ya göre, 1730’da Guarani nüfusu 130.000 civarındadır (Clastres 2011:79).

V- Yay ve Sepet
Kadın-erkek ilişkilerinin, toplumsal yapıdaki kadının ve erkeğin rollerinin konu edildiği bölümde Guayakilerde cinsiyet rolleri ele alınır. Kadının toplayıcılık yaptığı ve erkeğin avlandığı bu toplumlarda, kadın sepet örer, çocuk bakar, yay ipi imal eder. Erkeğin avlanması kadının ise topladıklarını taşıması gereği; kadın sepet ile erkek ise yayla özdeşleşmiştir. Yay ve sepet gibi nesnelerin, cinsiyet rollerine bağlı olarak kadını veya erkeği sembolize ettiği görülmektedir. Kadın ve erkeğin rollerinin geçtiği mekanlarda da bir ayrışma söz konusu olur. Avlanan erkeğin mekanı ormanlarken, çocuk bakan, sepet ören kadının yaşadığı alan kamp alanlarıdır (2011:86).
Toplumsal cinsiyet rolleri, aynı zamanda çocukluktan erginliğe geçişte de kendini göstermektedir. Kız çocuklarsa sepetlerini ördüklerinde, toplumda kimliklerini kazanır; erkek çocuklarsa yaylarını kendileri hazırladıklarında, toplumun üretici üyeleri haline gelirler. Üreticilik vasfı erkeğe layık görülmektedir, kadın-erkek karşıtlığı tüketici-üretici karşıtlığı anlamını taşımaktadır. Dil de, üretken olduğu için, kadının bireysel olarak şarkı söylemesi söz konusu olmaz. Erkek bireysel, kadın ise toplu halde şarkı söyleyebilir. Dilin kullanımı, toplumdaki rollerin ifadesi açısından önem taşımaktadır (daha evvel hatiplik ve şeflik ilişkisinde de görüldüğü gibi) (2011:93). Ben olmak, birey olmaktır ve bu ancak şarkı ve söz ile mümkündür (2011:101).
Toplumun zorunluluğunu gündelik hayatta göstermek adına yöntemler vardır. Erkek, avladığı hayvanın etini kendisi yemez, başkası için avlanır ve yiyeceği yemeği de bir başkasından alır. Üreticiler arasındaki bu ilişki biçimi onların mübadele içine girmelerini zorunlu kılar. İnsanlar yiyeceklerini paylaşmak, değiş-tokuş faaliyetini gerçekleştirmek zorundadır, çünkü topluluk halinde yaşamaları zorunludur. Guayaki dilinde ‘tiku’ kelimesi hem beslenmek hem de sevişmek anlamlarında kullanılmakta (2011:98) ve ‘değiş-tokuş’ ile kastedilenin genelliğini ortaya koymaktadır.


VI- Yerliler Nelere Gülüyor?
Yerlilerin kültür-sanat ürünlerini anlatan ve mitler ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi ele alan kısımda, iki mit anlatısına yer verilmiştir. Her ikisini de kaba güldürü olarak yorumlamak mümkündür, hatta ilkinde belden aşağı kısımlar da yer almaktadır. İlk mitte, yaşlı şaman söz ile düşünceyi ayırt edemediği için gülünç duruma düşer (2011:115-116). İkinci mitte ise bir jaguarın alay konusu olduğu görülmektedir. Şaman da, jaguar da toplum içerisinde öfke, korku ve saygı uyandırmaktadırlar. Şaman yaşama ve ölüme hükmeder; toplumun gülemeyeceği kadar uzağında hayranlık ve korku duyulan şahıstır. Jaguar ise iyi bir avcı olduğu için toplumdaki insanların rakibi konumundadır; dolayısıyla günlük yaşamda alay edilmek bir yana, saygı duyulan bir vaziyetleri vardır. Burada görülmektedir ki; gerçek ile mitte karşımıza çıkan durumlar birbirine tamamen zıttır, gündelik dünya ile düşsel dünya arasında bir çelişki söz konusudur. “Mit, gerçeği kabul edilebilir düzeye indirmenin yoludur” (2011:118).  
Gerçek hayatta kimsenin göze alamayacağı bir küçümseme/alay etme hali, dil düzeyinde gerçekleşmektedir. Yerlilerin güldükleri şey, grotesk olmanın yanı sıra, kendileri için ölüm tehlikesi taşıyan şeydir. Kitapta konu edilen mitlerde, Büyük Yolculuk temasının işlendiği ayrıca dikkat çekmektedir. Güneşe, iyiye yapılan bir yolculuktur bu ve mitlerin kültürü aktarıcı işlevine yerinde bir örneği oluşturur (2011:120-122).


VII- Söz Görevi
Konuşan kişinin şef olduğuna ikinci bölümde, yerli şefliğin felsefesi kısmında değinilmişti. Burada da konuşmanın konuşma gücü anlamına gelmesi, söz ile iktidar arasındaki dolaysız ilişki, kabileye hükmedenin kelimelere de hükmetmeyi becermesi gerektiği vurgulanmaktadır (2011:123-124). “Şefiniz kim?” sorusu konuşmaları yapan kişinin kim olduğu sorusuyla aynı cevaba sahiptir.
Devletli toplumlarda söz iktidarın hakkı iken, devletsiz toplumlarda söz iktidarın görevi olmaktadır (2011:125). Ancak şefin konuşması sırasında, devletsiz toplumun hiçbir üyesi sessiz olup söyleve kendisini vermek zorunluluğu taşımaz. Şef geleneksel yaşam kurallarına yönelik konuşurken, insanlar gündelik hayatlarına devam eder, işleri neyse onu yaparlar. Şefin konuşmasının içeriğinin önemi yoktur, sözden yoksundur çünkü gerçek anlamdaki bir iktidardan da yoksundur. Şeflik yapmaya kalkan, emir vererek bir emir-itaat ilişkisi oluşturmaya çalışan her kimse, dışlanır ve şeflikten terki sağlanır. İlkel toplum, kendisinden ayrı bir iktidarın varlığını kabul etmez; çünkü toplumun kendisi bizatihi iktidardır. Devletsiz toplumda iktidarın kaynağı, şef değil, toplumdur. İktidarın kurumdan, şefin emretme gücünden ayrı duruşu, toplumun devletsiz/iktidarsız devamını sağlar.
Şefin konuşma görevi, bu halde onun iktidar olmasını engelleyen şeydir (2011:126). Şef, sözün alanına hapsolmuştur, meşru bir şiddetin uygulayıcısı değildir. Başlangıçta belirtildiği üzere, zorlayıcı iktidara hakim olmayan bir şef ve devletsiz bir toplum bu şekilde mümkün kılınmıştır.

VIII- Ormanın Peygamberi
Andlarda veya Tropikal Orman kültürlerinde çeşitli inanç biçimleri görülmektedir. İnanç ve değerler sistemi kabile içerisindeki birliği ve dayanışmayı artırıp toplumun devamlılığını sağlar ancak toplumun kendi içine kapanmasına da yol açar (2011:130). Oruç, dans gibi eylemlerle ibadet eden toplumların nihai amacı kötülüğün olmadığı ülkeye erişimdir (2011:128); burada mitlerde konu edinilen Büyük Yolculuk’a benzer bir inançtan bahsedilebilir. Sözlü edebiyata verilen önem, mitoloji ve dinsel şarkıların toplumun kültürünü besleyişi de bu düşünceyi doğrular niteliktedir.
İlkel toplumlarda kültür, dil, sanat ve din birbiriyle sürekli etkileşim halindedir. ‘Son insanlar’ Mbyalar’da, gündelik hayatta kullanılan kelimelerde kültür-doğa-dil arasındaki bağın gücü de görülmektedir. Mbyalar, ok için ‘yay çiçeği’, pipo için ‘sisin iskeleti’ tabirlerini kullanmaktadırlar.

IX- ‘Çok’ Olmayan ‘Bir’
Dünyanın kusurlu olduğu bilinen gerçektir, yerliler bu kusurluluğun kaynağını var olanların birliği olarak görürler. Bir, kusurlu olandır, kötülüktür; bozulan şeyleri ve sonluluğu ifade etmektedir. Bu yüzden bir olmayan ‘çokluk’ arayışından bahsedilmektedir (Clastres 2011:139). 

X- İlkel Toplumlarda İşkence
Kitapta Clastres, yazı ile yasanın bağlantısı üzerinde durur, yazının varlığının yasa koyma gücü anlamı taşıdığını söyler (2011:143). Ortaya attığı düşüncesi desteklemesi açısından edebiyattaki kimi örneklerden yararlanır; bunlardan başlıcası Kafka’nın Ceza Sömürgesi isimli hikayesidir. Ceza Sömürgesi’nde suçlunun bedeni yasanın yazıldığı yüzey olarak kurgulanmıştır. Clastres bu örnekten sonra, 1960-70’lerde Sovyet toplama kamplarında, gerçeğin kurguyu aştığına dikkat çeker; kamplarda yazı-yasa ve beden arasında doğrudan ilişki kurulur, suçlu söylenenleri kendi vücuduna yazmaktadır (2011:144).
İlkel toplumlardaki törenler, toplumun üyesi olmanın göstergesi olan kabul ayinleri de bedenin toplum tarafından ele geçirilmesinin bir ifadesidir aslında. Geleneksel olarak bireye işkence edilir, beden üzerinde bir iz bırakılır; böylece hem kişinin dayanıklılığı ölçülmekte hem de o topluma olan aidiyeti kanıtlanmaktadır (2011:148). Vücuda kalıcı bir iz bırakmak, bedenin hafızasına, bedenin sahibi olan bireyin de bir sahibi olarak toplumun varlığını hatırlatmaktadır, ‘sen bizdensin’ mesajını kabile bireye işkenceyle verir. İlkel toplum üyesini işaretleyen toplumdur.
Clastres’a göre, ilkel yasa eşitsizlik yaratan devletin yasasına karşı çıkmak için konmaktadır. İktidar sahibi olmayı da devlete/iktidara boyun eğmeyi de reddeden bu anlayışta, toplumdan ayrı var olamayacak, ayrı bir kurumu yaratmayacak olan yasanın yazılabileceği tek yüzey vardır: İnsanın bedeni. Ancak bu şekilde, toplumun kendisi iktidarla eşdeğer olur; her yerde olan iktidar aslında ‘hiçbir yerde’dir. Neticede devlete karşı olan toplum, korkunç bir zulüm pahasına, daha korkunç olanın ‘başa’ geçmesini önlemiştir.

XI- Devlete Karşı Toplum
Bu bölüm, ilk bölümde ele alınan konuları daha detaylı olarak işler ve bir sonuca varmaya çalışır. Yazısız, tarihsiz ve devletsiz olduğunu belirttiğimiz arkaik toplumlarda eksik olan bir başka şey, ekonomileri geçim aşamasında kaldığı için, üretim fazlasının sürüldüğü pazar ekonomisine sahip olmayışlarıdır. Arkaik toplum, sürekli kendisinde eksik olana göre tanımlanır. Burada yine Clastres’ın etnomerkezci, ilerlemeci yaklaşıma eleştirisi görülmektedir. Pazar ekonomisi, yazı, devlet, tarih olağandır; uygarlaşmamış toplum ilkel toplumdur ve pazara, yazıya, devlete sahip değillerdir. Yaşamaları, geçinmeleri için kendilerine yeten en az miktarı üreten bu toplumların günü gününe yaşama anlayışlarının da kaynağında teknolojik yetersizliğin bulunduğu iddia edilmektedir. Buradaki bakış açısı da bir ‘eksiklik’ tarifi üzerinden geliştirilmiştir. Clastres buna karşı çıkar. Tekniği ‘ihtiyaca uygunluk’ olarak tanımlar ve ilkel toplumların teknik açıdan geri kalmış, eksik veya kusurlu bir pozisyonda yer almadıklarının altını çizer (2011:152-153).
Clastres’a göre, her toplum ihtiyacı için gerekli olan egemenliği sağlar. Teknik düzeyde ileri gitmişlik/geri kalmışlık, teknolojik hiyerarşi benzeri durumlar söz konusu değildir; aslolan toplumun içinde yer aldığı koşullara uygunluğudur. Günlük yaşamda kendilerine gerekecek aletleri yapmak konusunda ustalık edinmeleri, onların teknolojik açıdan yeterli oldukları anlamına gelir.
Bu bağlamda yazar bir başka karşıtlığa dikkat çeker. Halk dilinde insanlar “köle gibi çalışmak” tabirini kullanırlarken, Güney Amerikalılar “yerli gibi miskin” deyimini kullanmaktadırlar (2011:154). Batı uygarlığındaki iki temel kaide, ilkel toplumlarda tersyüz edilmiş haldedir. Birincisi, toplumun devletin koruyuculuğu altında var olması zorunluluğu; ikincisi ise çalışmanın zorunluluğudur. Geçim ekonomisindeki toplumlar, üretim etkinliğine son derece sınırlı bir zaman ayırarak yaşarlar. Erkekler toprağı tarıma uygun hale getirir, taş, balta ve ateşin kullanımıyla tarım yapılabilir alanlar yaratırlar. Kadınlar ise ekim, çapa, hasat görevlerinden sorumludur. Erkekler 4 yıl boyunca ortalama 2 ay çalışırlar, kalan zamanlarındaki avcılık, balıkçılık benzeri üretim etkinliğine dahil edilebilecek faaliyetleri zorunluluk nedeniyle değil, keyfidir. Uygar toplumdaki mesai saatlerine benzemeyecek biçimde, ilkel toplumlarda günde en fazla 3 saat kadar bir süre çalışılmaktadır. Bunun esas sebebi, artı-ürün üretme zorunluluklarının olmayışıdır. Sadece ihtiyaçları olanı elde eder, ihtiyaç fazlasını ise kendi aralarında paylaşırlar. Potlaç denilen gelenekleri ilkel toplumların mübadele biçimine bir örnek oluşturmaktadır. Belli dönemlerde herkes ihtiyacı fazlası yiyeceği, içeceği, giyeceği bırakır, başka aile veya kabilelerin sahiplenmesine olanak tanır.
Lizot, ilkel toplumların çalışmayı reddettiklerini söyler, Clastres ise yerlilerin beyazların uygarlığına karşı tutumunu şu cümleyle açıklar: “Yerliler beyazların madeni baltalarının taştan üstünlüğünü görünce, aynı sürede daha fazla üretmek değil, aynı ürünü kısa sürede üretmek istediler” (2011:157). İlkel toplumlar için üretim, yaşamsal ihtiyacın karşılanmasından fazlası değildir.
Siyasal ilişki olan iktidarın, ekonomik ilişki olan sömürüye zemin hazırladığı görüşünü taşıyan Clastres, Vahşiler ile İnka İmparatorluğu arasında bir karşılaştırmaya gider: Vahşilerdeki (yukarıda bahsettiğimiz potlaç geleneğine benzer) mübadele olgusunun yerini, İnka yerlilerinde borçlanma almıştır, İnka yerlisi efendisi için üretmektedir (2011:158). Köle-efendi, yöneten-yönetilen ilişkisinin olduğu yerde, üretim biçimi de buna bağlı değişiklik göstermek durumundadır. İktidar emek üzerinde tahakküm kurduğunda devlet doğar, toplumsal sınıflar ve tabakalaşma kök salar. Ekonomiyi reddeden toplumlar, “kuralsız ve kralsızdır” (2011:160).
Ne zaman ki devletli-devletsiz ayrımından bahsedilir, vahşiler ile uygarlar, gelişmişler ile ilkeller gibi ikilikler söz konusu olmaya başlar; o zaman ‘Zaman’ kavramının kendisi ortadan kalkar, tarihten bahsetmeye başlarız. Görüldüğü gibi Clastres, marksist anlayışın altyapı-üstyapı kavramlarının tersine, siyasal yapının maddi temeli belirleyici haline yakın bir görüşe sahiptir. Başka bir deyişle, Clastres’ın bakış açısına göre, altyapı siyaset, üstyapı ise ekonomidir. İlkel toplumlarda hiyerarşi, iktidar ilişkisi yoktur. Zengin-yoksul, sömüren-sömürülen ayrımları da bütünüyle iktidar ilişkisine dayanmaktadır. Devlet, egemen sınıfın çıkarlarını koruyan yapıdır ve sınıf kavramını doğuran da bizatihi devletin kendisidir (2011:162-163).
İlkel toplumdaki şeflerin otoritesi olmadığı için, devlet liderlerinin şefin evrimleşmesiyle türediği düşüncesini de reddeder Clastres. Şefler anlaşmazlıkları çözer ve teknik becerileri sayesinde toplumda saygınlık kazanırlar. Toplumdaki bireyler üzerinde ikna kabiliyeti olmayan şef, itibarını kaybedecek ve şeflik vazifesi sona erecektir. Teknik beceri bununla sınırlı değildir; şefin hitabet, avcılık ve savaşçılık konularında da yetenekli olması beklenir. Öte yandan; ilkel toplumlar istisnalar dışında savaşçı değillerdir, savaşı zorunlu hallerde yapar –savunma amaçlı- ancak sürdürülmesini istemezler. “Ölüm savaşçının yazgısıdır”, savaşa devam etmek isteyen şef, yalnız bırakılır (2011:168).
Toplumun mutlak gücünü koruması ve kendisinin üstünde bir iktidarın varlığına olanak tanımaması için, öncelikle nüfusun sınırlı kalması şarttır. Kabilelerin parçalı yapısı, toplumsal-siyasal bütünlükleri –kötülükle eşdeğer görülen Bir’i- engellemiştir ve böylece devletsiz toplumlar, aynı zamanda devlete ‘karşı’ toplumlar halinde varlıklarını sürdürebilmişlerdir (2011:170). Batı metafiziği temsilcisi Herakleitos’e göre, Bir iyilikle eşdeğerken, Guarani yerlisi için kötülüktür; çünkü yerliler Birliği devlet ile özdeş görürler (2011:173).
Tropikal Ormanın en kalabalık nüfusu olan Tupi Guaranilerde, nüfusun artışıyla beraber şeflerde gözlemlenen iktidar isteği artışı, nüfus ile siyaset arasındaki bağlantının anlaşılırlığı açısından yerinde bir örnektir. Birliği, devleti bertaraf etmek isteyen nüfuslar, kalabalıktan kaçınarak toplumlarını sınırlandırmaya gayret gösterir. Tarihli halkların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihi olduğu gibi; tarihsiz halkların tarihi de devlete karşı mücadelenin tarihidir (2011:175).

Kaynakça
Clastres, P. (2011). Devlete Karşı Toplum. (M. Sert ve N. Demirtaş, Çev.). (3.bs). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.